ChatCity sohbet arkadaş sitesi ile oyun tavla ve okey oyna, sohbet muhabbet ortamını keşfet. Oyun, okey tavla oyna, kulüp aç ve kendi radyo yayınını yap

Forum sayfaları sohbet arkadaş sitesi ile oyun tavla ve okey oyna, sohbet muhabbet ortamını keşfet. Oyun, okey tavla oyna, kulüp aç erkek kız arkadaş bul


10 Mayıs 2024, Cuma 11:44   

 

ChatCity Forum
Chatcity Forumlarında mesaj yazmadan önce Forum Kurallarını mutlaka okuyunuz...

En İyiler  Son Eklenenler       
sohbet forum basliklari  CC-Forum> Mühim Mevzular > Felsefe, Din, İçsel meseleler
forum sohbet oyun basliklari
   İMAN ESASLARI `AMENTÜ`
 <<1 2>>
Mesaj Ekle, sohbet ve oyun icin cagir
sohbet forum arkadaş cagir

forum arkadaş sohbet linki

xxxGOKERxxx

xxxGOKERxxx resimleri ve sohbet sayfasi forum oyun tavla okey

sohbet icin online durumu
Mesaj Gönder
Forum Mesajları
Forum Başlıkları
 

 oyun sohbet linki, arkadaş tavla okey sayfasi  18.Ara.2009 Cum 21:25:37      İMAN ESASLARI `AMENTÜ`sohbet oyun linki
Bu Mesajdan Alıntı Yaparak Mesaj EkleMesaj Ekle

"Amentü", bilindiği üzere, "İslâm Dini"nin bildirmiş olduğu iman edilmesi zorunlu esaslar bütünüdür.

-Amentü "B"illahi ve

melâiketihi ve

kütübihi ve

rasûlihi vel

yevmil âhir ve

bil kaderi,

hayrıhi ve şerrihi min ALLAH`u teâlâ vel

ba`sü ba`del mevt..

Bundan sonra da şehâdet gelir:

"Eşhedü enlâ ilâhe İLLAALLAH ve eşhedü enne Muhammedün abduhu ve rasûluh".

Burada hemen öncelikle şunu belirtelim ki, "âmentü" sonradan formüle edilmiş bir inanç esasları listesidir.

Kur`ân-ı Kerim’de "amentü" diye bir şey yoktur; tıpkı Kur`ân ’da "İslâmın 5 şartı vardır" hükmünün bulunmayışı gibi!..

İslam`ın şartları bölümünde bu 5 şart hususunu inceleyeceğimiz için, o konuyu yerine bırakıp, burada "âmentü" ile ilgili hususa bir göz atalım...

"AMENTÜ",  Bakara Sûresinin 285. âyetindeki müminlerin iman ettiği hususlar açıklamasıyla, gene Kur`ân-ı Kerim’deki "müminlerin iman ettikleri hususlar", olarak belirtilen konuların bir formül şeklinde derlenmesidir!.

Eğer karşınıza birisi çıkıp da,

-Kur`ân ’da "âmentü" yoktur, ben de "âmentüye" inanmıyorum!..

derse şaşırmayın... Zira, bugün böyle diyenler var!..

Ancak bilin ki, Kur`an-ı Kerim’de bütün olarak "âmentü" diye birşey olmamasına karşın; onun içinde belirtilen bütün hususlara iman etmemiz konusunda bizi uyaran ayrı ayrı âyetler mevcuttur; ve buna dayanılarak "âmentü" formülü oluşturulmuştur!

Meselâ bazıları, "âmentü"deki "kadere iman"ın Kur`ân ’da olmadığını öne sürmektedirler; ki onların bu beyanlarının geçersiz olduğunu ===>>> (okumak için tıklayın)   KADERE İMAN (KAPSAMLI AÇIKLAMA)    bölümünü okuduktan sonra siz de tasdik edeceksiniz..

İşte bu sebepledir ki, "âmentü" şeklinde formüle edilmiş "inanç esaslarını" gelin beraberce incelemeye başlıyalım...

Önce şunu anlamaya çalışalım...

Niçin "amentü"...?

Bir şeye "iman" etmek için, önce o iman edilecek şeyin ne olduğunu bilmek gerekir.

Size; "iman ediyor musun?" diye bir sual sorulduğunda; "Neye?" diye sorarsınız. Bu "neye" sorusunun sorulmasındaki gaye; iman edilecek konu veya nesnenin ne olduğunu anlamaktır.

Zira insanın, anlamadığı bir şeye iman etmesi mümkün değildir!. Şayet mânâsı bilinmeden iman ediliyorsa, bu "lâfta iman"dır, "fiili bir iman" olmaz.

Gerçek manada "iman" edebilmek için, önce o "iman edilecek şey"in ne olduğunu bilmek gerekir!.

Ne olduğunu bilmediğiniz bir şeye "iman" etmeniz mümkün değildir.

Bu sebeple iman edecek kişinin aklının başında olması, belli bir idrak derecesinde olması, sarhoş olmaması gibi şartlar aranır.

İman edilecek şeyin, önce ne olduğunun bilinmesi zorunludur!..

Önce, neye iman edilecek?.

Bunun daha evvelinde ise şu soru var...

Neden "iman" etmek gerekli?

"Âmentü" diye bildiğimiz esaslara niçin iman etmek mecburiyetindeyiz?.

Evet, konuya buradan girelim...

Neden iman; sorusunun cevabı şudur:

Bir insan yeryüzünde kendisini şu bedenle tanımaya başlar...

Küçük yaştan itibaren yetiştiği çevre, hangi inançlar, hangi değer yargıları, hangi şartlanmalar; ki bu şartlanmalar kelimesi adet, örf, anane gibi kelimelerin işaret ettiği anlamları da içine alır... evet yetişilen çevre nelere bağlı ise, o çocuk da onlara bağlanarak büyümeye başlar...

Dolayısıyla, kişi kendisini sadece madde bedenden ibaret kabul eder ve madde bedenin yok olmasıyla birlikte de ölüp yok olacak sanır!..

Çünkü çevreden gelen ve beynine yüklenen veriler bu yoldadır...

Bu bedenle doğar, büyür, yer içer, çiftleşir, uyur, ürer ve böylece ömrünü geçirir!...

Eğer düşünce dünyasında "âmentü" diye özetle bahsettiğimiz "iman" edilecek esaslar konusu yer almıyorsa; bu kişi kendisini madde beden olarak kabul eder ve böylesine bir yaşamın sonunda da toprak olup, yok olacağı düşüncesini taşır.

Kendini bu beden kabul edip, sadece bedene dönük istekler ve zevklerle ömrünü tüketmesi sonucunda da, ölüm denen olayı yaşar ve diri diri, şuurlu, aklı başında olarak toprağa gömülür!.

Halbuki karşımıza gelen son Nebi-Rasûl Hz. Muhammed Mustafa Aleyhisselâm bizleri şu mânâya gelen bir ifadeyle şöyle uyarıyor:

"Siz şu anda madde bedenle yaşamanıza rağmen, belli bir süre sonra ölüm denen olayı tadarak, madde beden boyutu ötesinde, yeni bir bedenle bedenlenmek suretiyle, yeni bir bedenle ba`s olmak suretiyle yaşamınıza devam edeceksiniz.

Yani ölüm bir son değil, yeni bir yaşam boyutuna geçiş kapısıdır.

Bütün Nebi ve Rasûller insanları bu madde ötesi yaşam boyutu hakkında uyarmışlardır... Kutsal Kitaplar hep, bu yaşama ancak dünyada iken hazırlanılabileceğini duyurmuşler ve hazırlanma biçimlerini öğretmişlerdir...

Sizin yaşadığınız bu madde boyutunun ötesinde, madde ötesi âlem vardır ve bu âlemlerin canlı türleri olan "MELEK"ler ve "CİN"ler mevcuttur...

Varlığı yöneten Mutlak Zâtın takdiri esastır!.. Hayrın ve şerrin tek kaynağı "O"dur!..

Öyle ise bu gerçekleri farkedin ve yaşamınıza ona göre yön verin ki, sonuçta pişman olmayasınız!...

Bunları anlayıp idrak etmek suretiyle, "BEN" kelimesiyle kastettiğiniz varlığınızın ne olduğunu, geleceğinizin ne olduğunu, nelerle karşılaşacağınızı, ne gibi özelliklere sahip olduğunuzu bilip anlamak üzere benim size bildirdiğim hususlara İ M A N edin ki, böylece sonsuz hayata hazırlanabilesiniz. "

Evet, "âmentü" bu anlatılanların kısaca formüle edilmiş şekli ve bizim de bu anlatılanlara iman ederek ona göre yaşamımıza yön vermemiz isteniyor...

Bu sebepledir ki, bizim "âmentü"ye iman etmemizin tabii sonucu olarak ortaya çıkan sonsuz yaşam tarzını anlayıp kabullenmemiz; tasdik etmemiz; ve bu tasdik ettiğimiz yaşam tarzına göre de kendimize bir rota çizmemiz gereği ortaya çıkmaktadır!..

Ya da kabullenmeyerek, bildirilenlere iman etmiyerek, tamamen çevre şartlanmalarının ve bedeni istek ve arzuların bizi güttüğü bir biçimde dünyayı yaşamaya devam ederiz.

Şimdi bir de şu hususa dikkat edelim..

 okumak için tıkla  ===>>   Hz. Muhammed Neyi `Oku`du   isimli paylaşımda bahsettiğimiz üzere, Hz. Rasûlullah Aleyhisselâm’a ilk gelen emir "OKU" idi.

Hz. Rasûlullah "OKU" dendiği zaman "NEYİ OKUYAYIM" diye sormadı Cebrail isimli vahiy meleğine..

Eğer Cebrail`in "OKU" diye işaret ettiği şeyi Hz. Muhammed o anda anlamasaydı, "NEYİ OKUYAYIM ?" diye soracaktı.

Fakat "NEYİ OKUYAYIM ?" diye sormadı!.

O ana kadar Kur’ân henüz nâzil olmamış, herhangi bir vahiy de yok!. Fakat buna rağmen Hz. Rasûlullah neyi okuması gerektiğini biliyordu.. Çünkü zaten bunun arayışı içindeydi...

Hıra tepesindeki mağaraya çekilmiş ve "OKU"ması gereken şeyi "OKU"manın yollarını araştırırken, Cebrail ilk vahyi ve ilk vahiy kelimesini kendisine ulaştırıyordu.

"OKU" !..

Hz. Rasûlullah`ın cevabı :

"BEN OKUYANLARDAN DEĞİLİM".

Senin "OKU" diye işaret ettiğin şeyin ne olduğunu ben biliyorum.. Biliyorum ki, bu yüzden ben sana "NEYİ OKUYAYIM?" diye sormuyorum... Ancak henüz ben, onu "OKU"yanlardan değilim. OKU`yamıyorum... anlamını taşıyordu.

İşte henüz onu OKU`yamaması dolayısıyla, ilk gelen vahye iman durumunda oluyor Hz. Rasûlullah  Aleyhisselâm.

Şimdi!..

Neyi okuması isteniyordu ve bu kelime ile işaret edilen şey neydi?

Hiç o ana kadar Kur’ân`dan bir âyet nâzil olmadığına göre "OKU" dendiğinde istenen neydi?

Biz bu konuyu geniş bir biçimde Hz. Muhammed Neyi `Oku`du  isimli paylaşımımızda  izah etmeğe çalıştık. Bu nedenle bu konuya burada daha fazla girmiyoruz.

Ancak burada ifade etmek istediğimiz şey; Hz Rasûlullah`ın henüz okumamış olması ve okumayı dilemesi ve bu hal içinde iken kendisine gelen, bildirilen hükümlere "iman" etmesi...

Nitekim daha sonra gelen Bakara sûresinin son âyetlerinde

"Âmener rasûli Bima ünzile ileyhi min Rabbih.."

denerek bu hususa işaret ediliyor.

"ÂMENER RASÛL" - Rasûl de ( Hz Muhammed ) iman etti...

"BİMA ÜNZİLEiLEYH" - Kendisine inzal olunana!...

 Nereden inzal olunana?..

"MİN RABBİHİ" - "Rabbinden" !.

Şimdi burada bir incelik noktası var!.

Rasûl de iman etti; yani, Hz. Muhammed Aleyhisselâm iman etti. Kendisine "rabbin"den inzal olunana!.

"Ünzile ileyhi min "ALLAHi" demiyor... "ALLAH"tan nâzil olana" demiyor...işte bu âyetin incelik noktası burasıdır!..

"Bima ünzile ileyhi min Rabbihi"... "Kendi özünü hakikatını oluşturan Rabbin`den inzal olana" diyor...

Yani, Kur`ân, Cebrail aracılığıyla, şayet tâbiri caiz ise, dıştan vahyolduğu gibi; "BİMA ÜNZİLE" uyarısındaki "B" sırrı itibariyle de, inzalin zâtından gelen bir boyutsal derinlik ihtiva ettiği bize farkettirilmek istenmektedir burada!..

Bu açıdan değerlendirebilirsek âyeti, anlıyabildiğimiz kadarıyla anlamı şöyle olur:

"RASÛL, ÖZÜNÜ OLUŞTURAN RABBİNDEN İNZAL OLANA İMAN ETTİ"

Nitekim burada Hazreti Rasûl Aleyhisselâm’ın bir açıklamasına değinelim:

-"Bana Kur`ân bir defada nâzil oldu"!...

Buradaki "inzâl", yaratılışındaki fıtratına verilen bir programlamadır, anladığımız kadarıyla...

Nitekim Nahl Suresi 68. âyetinde de bu hususa şöyle işaret edilmektedir:

"RABBİN BALARISINA VAHYETTİ Kİ..."

Demek oluyor ki, "VAHİY" varlığın özünden, zâtından gelen bir şekilde nâzil oluyor; ki o varlığın zâtı da Âlemlerin rabbı olan Rabbül âlemiyndir!..

"B" sırrına ileride değineceğiz gene...

Yani, "Hakikatı olan Rabbin`den nâzil olmaktadır Kur’ân" ki onun rabbi de RABBÜL ÂLEMİN`dir.

Ve Cebrail Aleyhisselâm, Rabbülâlemin`den aldığı vahyi Hz. Rasûlullah`a ulaştırmış oluyor.

Şimdi, Rasûlullah Aleyhisselâm’ın bildirdiği biçimde, biz de iman etmek mecburiyetindeyiz...

Neye ?...

Önce "Âmentü Billah" diyeceğiz...

sırada "âmentü billah"...

sırada "ve melâiketihi"...

sırada "ve kütübihi"...

sırada geliyor "ve rasûlih"...

Neden dördüncü sırada geliyor... "Âmentü billahi ve rasûlihi" demiyor da; "Âmentü billahi ve melaiketihi ve kütübihi ve rasûlihi" diyor... "Rasûle iman" dördüncü sırada geliyor?

Bunun üstünde durmak gerek!..

Ondan sonra da "vel yevmil âhir".. "Âhirete", veya "âhiret gününe" veya "âhir güne"... iMAN!.

Buradaki her değişik okuyuş, değişik anlamlar ortaya çıkaracaktır..

"Ve bil kadere" ifadesini, "kadere iman" diye çevirmek anlayışımıza göre yanlış ve yetersizdir!..

"Ve hayrın ve şerrin "ALLAH"tan olduğuna"...

"vel ba`sü ba`del MEVT"... Mevtin akabinde yeni bir bedenle var olmaya...

İşte bütün bunlara "iman" ettikten sonra, bu iman edilen hususlarda kişi bilincinde tatmine ererse, o zaman "kelime-i şehâdeti" ifade edebilecek "Amentü"ye ilaveten.

Diyecek ki:

"Eşhedü"; "Şehâdet ederim ki..."..

Bu şehâdetinin neye olduğuna açıklık getirecek...

"Tanrı ve tanrılık kavramı söz konusu olmayıp, sadece ALLAH mevcuttur"!...

Ve ayrıca Hz. Muhammed Aleyhisselâm efendimizin "ALLAH"ın "abd"ı ve "rasûl"ü olduğuna da şehâdet edecek!..

Ancak burada dikkat edilmesi gerekli olan husus şu:

"Şehâdet ederim" diyorsun.

Şahitlik, gördüğün şeye edilir!... Eğer görmediğin şeye şahitlik yapıyorsan, bu "yalancı şâhitlik" olur.

Onun için şehâdette, "şâhit olmak" vardır; olaya şahit olmak!.

Ya da, "duyduğuma göre" diyeceksin!..

Ya şahit olacaksın o işn öyle olduğuna; veyahut, "ben bu işe şahit değilim ama, böyle olduğunu duydum", diyeceksin... Böyle demek zorundasın!.

Bugün mahkemeye gidipte görmediğin bir şeye şahitlik etmeğe kalktığın takdirde, hakim sana, "gördün mü bu işi" diyecek; sen de "hayır görmedim" diyeceksin!.

"Peki neyin şâhidisin sen?"

"Duyduğuma şâhidim... Böyle olduğunu duydum!.."

"Şahit misin, gördün mü?"

"Hayır görmedim!.."

"O zaman sen şâhit değilsin arkadaş!.." derler adama...

Öyle ise "eşhedü" yani "şahidim ki" derken bir düşünmek gerekir!...

Gerçekten "şahit" miyiz; yoksa "lâf olsun" diye mi "şâhidim" diyoruz?... Neye, nasıl şahidiz?... 

sohbet forum arkadaş cagir

forum arkadaş sohbet linki

xxxGOKERxxx

xxxGOKERxxx resimleri ve sohbet sayfasi forum oyun tavla okey

sohbet icin online durumu
Mesaj Gönder
Forum Mesajları
Forum Başlıkları
 

 oyun sohbet linki, arkadaş tavla okey sayfasi  18.Ara.2009 Cum 21:51:55sohbet oyun linki
Bu Mesajdan Alıntı Yaparak Mesaj EkleMesaj Ekle

                       ÂMENTÜ "BİLLÂHİ"

Şimdi biz başlayalım "âmentü Billah"den ...

"Âmentü"; "iman ettim"...

Neye?... "Billah" !.

Burada dikkat edersek "ALLAH" kelimesinin başına gelen bir "B" harfi var.

"Billah" diyoruz... Bu "Billah"ı, baştaki "B" harfinin anlamını göz önüne almadan sadece, "ALLAH"a iman ettim", diye anlamak ve öylece kabullenmek son derece yetersizdir.

Bu İslamiyeti ve Hz. Rasûlullah efendimizin getirdiklerini, gök tanrıya tapanların anlayışı seviyesine düşürmeğe yol açar!.

Hz Muhammed Mustafa`nın getirdiği "vahdet" anlayışı, "TEKlik kavramı"; "Billah"ın başındaki "B" harfinin anlamı dikkate alınmazsa, tamamiyle örtülür; ve neticede İslam’ın, Kur`ân ‘ın vurgulamak istediği "ALLAH" kavramı, ilkel insanların "gök tanrı" anlayışına dönüştürülmüş olur!.

Buradaki "B" harfinin sırrı nedir; ve başına geldiği kelimenin anlamını ne şekle sokar?...

Bu konuda, Türkiye Cumhuriyetinin en değerli ve bilgili yorumcusu olan Elmalılı Hamdi Yazır`ın "Hak dini Kur’ân dili" isimli tefsirinin 1.cildinin 42. sayfasında bir izah var...

Diyor ki :

"Bu sayededir ki, biz ismullah ile visal peydah ediyoruz. Yani "B" harfi ile. Bütün vücudun ve terakkiyat-ı vücud`un mebdei evveli ve matlubu mutlakı olan "ALLAH"-ı Rahman-ı Rahim`in ismini kalbimizde niyet ettiğimiz ve henüz vücudunu görmediğimiz iradi fiilimize rapt ederek lafz-ı veciz, manası cihan şümul bir kelâmı beliğ söyleyebilmemize vesile olan ancak bu "B" harfidir.

Bizim işmizde ne kadar faili mutlak olursak olalım, ef`alimizin illeti taammesi olmadığımız muhakkaktır. Çünkü bizim iradelerimiz, vücut silsilesinin kat`i bir haddi evveli değil, onun cereyanı içinde bir lahzai tahavvüldür."

Bundan sonra devam ediyor ve diyor ki:

"Eazımı müfessirin (Yorumcuların en büyük ve bilgilileri) diyorlar ki:

"Ba" nın buradaki mânâyı ilsakı ya mülabest ve musahabet veya istianedir. Yani şuurumuzda hasıl olacak olan nisbet; "ALLAH", rahmanı rahim" ismine bir mülabest ve maiyyet hissi veyahut "ALLAH" isminin veya rahman, rahim sıfatlarının müsemma ve medlullerine nazaran rahmeti ilahiyyeden istimdat ve istiane hissidir.

Bu tevile göre "B" harfini mülabese anlamına alarak açıklanırsa besmelenin meali :

"ALLAH"`ı rahmanı rahim namına demek olur.

Yani "B" harfi mülabese anlamına alındığı zaman,

-ben bunu onun namına, ona hilâfeten, onu temsilen, onun bir aleti olarak yapıyorum. Bu iş, hakikatta benim veya başkasının değil, ancak "O"nundur!...

demek olur.

Bu da vahdeti vücut mülahazasına raci bir fenafillah halidir ki ancak risalet, vilayet, hakimiyet, tasarruf gibi makamatı mahsusada cari olur..."

Şimdi bunu özetlemek ve günümüz diliyle açıklamak gerekirse...

"Âmentü billah" dendiği zaman, "B"nin buradaki işaretinin "ALLAH" isminin anlamını gerçek ve mutlak mânâsıyla anladıktan sonra; kendinin, "ben" dediğin şeyin, "O"nun dışında, ayrı bir varlık olarak var olmayıp; "ALLAH" varlığı ile kaim ve var olan bir yapı olduğuna "İMAN" etmek anlamında olduğu anlaşılır.

Yani, "Âmentü", "iman ettim";

"B`illah", mutlak ve gerçek anlamda "ALLAH"ın varlığına; benim kendi varlığımın da, "O"nun varlığı, vücudu ile kaim olduğuna; tüm varlığımın, tüm boyutlarıyla, sadece "O"nun esmasıyla mevcut olduğuna; "O"nun varlığı dışında hiç bir varlık ve özelliğimin olmadığına "iman ediyorum", demektir bu.

İşte burada önemli olan husus, Kur`ân dilinde ve Hz Muhammed Aleyhisselâm’ın açıklamasında ötenizdeki bir "TANRI"ya iman değil; varlığınızın her zerresindeki; tüm boyutlarınızı meydana getiren "ALLAH"`a iman üzerinde durulmasıdır.

Nitekim Hz. Ali`ye atfedilen, "Kur`ân’ın sırrı Fâtiha`da; Fâtiha`nın sırrı Besmele`de; Besmelenin sırrı da B harfindedir" şeklindeki uyarı da bu yukarıda açıklamaya çalıştığımız hakikata dayanmaktadır!..

İşte gene bu yüzdendir ki, "MÜMİNLERE" hitabedilerek "İMAN EDİN" denmektedir Nisa Sûresi 136. âyetinde...

"YA EYYÜHELLEZİYNE AMENU, ÂMİNU BİLLAHİ......"

"EYiMAN ETMİŞLER, İMAN EDİNİZ " B "NİN işaret ettiği ANLAM KAPSAMIYLA ALLAH`A...."

Öte yandan "İMAN ETTİM" dedikleri halde "İMAN ETMEMİŞ OLANLAR" da vurgulanmaktadır Bakara sûresinin 8. âyetinde...

Şimdi bu anlayışla aşağıda nakledeceğim âyeti anlamaya çalışalım:

"Ve minen nasi men yekulu ÂMENNA BİLLAHİ ve BİLYEVM`İL ÂHIRİ; Ve mahüm BİMÜ`MİNİN" (2-8)

"İNSANLARDAN BİR KISMI, #B#NİN SIR ANLAMIYLA ALLAH`A VE GELECEĞİMİZE İMAN ETTİK, DERLER; AMA bunun bilincinde olarak iMAN ETMEMİŞLERDİR!."

"B" harfini mânâsının bilincinde olmadan kullanarak; "ALLAH" kavramının mânâsını hakkıyla idrak etmeden "İMAN ETTİK" diyenlerin, gerçekte "İMAN ETMEMİŞ OLDUKLARINI" gördüğünüz gibi bu âyet çok açık bir tarzda vurgulamaktadır!.

"Bilyevm`il âhıri"de ise "ALLAH`A RÜCU" sırrına işaret vardır; ki bu dahi anlaşılamadığı için, elbette ki buna da hakkıyla "İMAN EDİLMEMİŞTİR"!..

Evet, "B" sırrına iman etmiyenler böyle!... Ya "İMAN EDENLERE ne var?..

"Feemmelleziyne âmenu BİLLAHİ va`tesamu Bihi feseyudhıluhum fiy rahmetin minhü ve fadlin ve yehdiyehim ileyhi sıratan mustakıyma" (4-175)

"# B #nin sır anlamıyla ALLAHA İMAN EDENLERE VE BU İMAN GEREĞİNİ YAŞAYANLARI ALLAH ZÂTİ RAHMET VE FAZİLETİNE ERDİRİR; VE SIRATI MUSTAKIYME HİDÂYET EDER"

Evet, ilk aşamada insanlar, putlardan, yıldızlardan yani belli bir kapasite ya da kapsamı olan ötedeki "tanrı" kavramından kurtarılıp, tek müessir güç olarak "ALLAH"a yöneltilirken...

Daha sonraki aşamada, tüm varlığı ve dolayısıyla da "İNSAN"ı kendi varlığından meydana getiren; bununla beraber de, o birimlerdeki mânâlarla kayıtlanmaktan münezzeh yani beri olan "ALLAH" kavramı insanlara idrak ettirilmek isteniyordu!.

Birinci basamak... ÖTEDEKİ TANRI...

İkinci basamak... ÖTE*N*DEKİ TANRI...

Son idrak... SADECE, "ALLAH" !...

İşte akıl, anlayış sahibi istidatlı müminlere, Kur`ân ‘ı Kerim’de yapılan bu hitap, aynı zamanda tasavvufun yani "VAHDET" anlayış ve yaşamının tavsiyesi mâhiyetindeydi..

Ancak bu sahada yapılan çalışmalar sonucudur ki, insan, vehmi benlikten yani nefisten kurtulup; "ÖTEDEKİ TEK TANRI" anlayışından terakki edip, her şeyin aslı, hakikatı, ZATI olan "ALLAH" idrakına erişebilir!.

Ve takdirinde varsa, bunun doğal sonuçlarını da yaşar!...

Buna erene diyebileceğimiz, "ALLAH hazmını versin" olacaktır!...

sohbet forum arkadaş cagir

forum arkadaş sohbet linki

xxxGOKERxxx

xxxGOKERxxx resimleri ve sohbet sayfasi forum oyun tavla okey

sohbet icin online durumu
Mesaj Gönder
Forum Mesajları
Forum Başlıkları
 

 oyun sohbet linki, arkadaş tavla okey sayfasi  19.Ara.2009 Cmt 02:51:39sohbet oyun linki
Bu Mesajdan Alıntı Yaparak Mesaj EkleMesaj Ekle

                    `B` SIRRIYLA ANLAYIŞ

Söz buraya gelmişken, isterseniz, almış olduğumuz bu "B" harfi sırrıyla bazı âyetleri değerlendirmeye çalışalım:

"Vallahu muhıytun Bilkâfiriyn" (2-19)

"GERÇEĞİ ÖRTENLERİN HAKİKATI OLARAK ALLAH ONLARI KAPSAMAKTADIR"

"Vallahu Bikülli şeyin alim" (2-95)

"ALLAH ŞEYLERİN KENDİSİNDE OLARAK HERŞEYİ BİLİR"

"Vallahu basiyrun Bima ya`melun" (2-96)

"ALLAH ONLARIN YAPTIKLARININ MEYDANA GETİRİCİSİ OLARAK YAPTIKLARINI BİLMEKRTEDİR"

"İnnallahe Binnasi leraufur rahiym" (22-65)

"ŞÜPHESİZKİ ALLAH İNSANLARIN HAKİKATI OLARAK (insanlardan) RAUF VE RAHİMDİR"

"Vallahu a`lemu Bima yektumun" (3-167)

"ALLAH ONLARIN GİZLEMEKTE OLDUKLARININ HAKİKATI VE ASLI OLARAK GİZLEDİKLERİ NİYETLERİNİ BİLİR"

"Vallahu raufun Bil ibad" (3-30)

"ALLAH KULLARININ VARLIĞINDA OLARAK ONLARA RAUFTUR(çok çok merhamet etmektedir)"

"Vema tef`alu min hayrin feinnallahe Bihi aliym" (2-215)

"NEiYİLİK YAPARSANIZ, KESİNLİKLE ALLAH ONUN HAKİKATI OLARAK YAPTIĞINIZI BİLİR"

"Vallahu Bima ta`melune habiyr" (3-180)

"ALLAH YAPTIKLARINIZIN HAKİKATI VE OLUŞTURUCUSU OLARAK YAPTIKLARINIZDAN HABERDARDIR"

"Vema tunfiku minhayrin feinnallahe Bihi aliym" (2-273)

"İYİLİK OLARAK NE BAĞIŞLARSANIZ, GERÇEKTEN ALLAH ONUN HAKİKATI OLARAK ONU BİLİR"

"İnnallahe aliymun Bil müfsidiyn" (3-63)

"ŞÜPHESİZKİ ALLAH MÜFSİDLERİN ASLI VE HAKİKATI OLARAK ONLARI BİLİR"

"Vallahu aliymun Bilmuttakıyn" (3-115)

"ALAH KORUNANLARIN VARLIĞI VE HAKİKATI OLARAK KORUNANLARI BİLİR

"İnnallahe aliymun Bizatissudur" (3-119/154)

"ŞÜPHESİZKİ ALLAH KALPLERİNİN ZÂTI OLARAK İÇİNİZDEKİNİ BİLİR"

"İnnallahe Bima ya`melune muhit" (3-120)

"ŞÜPHESİZKİ ALLAH, YAPTIKLARININ HAKİKATI OLARAK YAPTIKLARIN İHÂTA ETMİŞTİR"

"...Ve ci`na Bike ala haulâi şehiydan" (4-41)

"SEN OLARAK ONLARIN ÜZERİNE ŞAHİDİZ"

"Seyeczihim Bima kanu yefterun" (6-138)

"İFTİRALARININ VARLIĞIYLA ALLAH ONLARI SONUÇLARINA KATLANDIRIR"

"Ve mimmen halekna ümmetün yehdune Bilhakkı ve Bihi ya`dilun" (7-181)

"YARATTIKLARIMIZDAN HAK OLARAK HİDÂYETİ BULAN VE HAK OLARAK ÂDİL DAVRANAN BİR ÜMMET DAİMA VARDIR"

"Katiluhum yuazzibihumullahu Bieydiykum" (9-14)

"ONLARLA MUKATELE YAPIN Kİ, ALLAH ELLERİNİZ OLARAK ONLARA AZAB VERSİN"

"İnne rabbiy Bikeydihinne aliym" (12-50)

"ŞÜPHESİZKİ BENİM RABBİM, O KADINLARIN HİLESİNİN HAKİKATI OLARAK, ONLARIN HİLESİNİ BİLİR"

"Ve Binnecmi hüm yehtedun" (16-16)

"YILDIZ OLARAK ONLARA HİDÂYET ULAŞTIRMAKTAYIZ"

"İnnallahe habiyrun Bima yasneun" (24-30)

"ŞÜPHESİZKİ ALLAH, ONLARIN YAPTIKLARININ HAKİKATI OLARAK ONLARIN YAPTIKLARINDAN HABERDARDIR; YAPTIKLARINI BİLİR"

"Vallahu aliymun Bima yef`alun" (24-30)

"ALLAH ONLARIN FİİLLLERİNİN HAKİKATI OLARAK ONLARIN TÜM FİİLLERİNİN HAKİKATI OLARAK ONLARIN TÜM FİİLLLERİNİ BİLİR"

"Ve kefa Bihi Bizunubi ibadihi habiyran" (25-58)

"ZENBLERİNİN VARLIĞI OLMASI YETERLİDİR ONLARIN GÜNAHLARINDAN HABERLİ OLMASI İÇİN"

"ELA innahu Bikülli şey`in muhıyt" (41-54)

"DİKKAT ET, KESİNLİKLE O, ŞEYİN TÜMÜ OLARAK HER ŞEYİ KAPSAMAKTADIR"

"İn yeşe` yüzhibkum ve ye`ti Bihalkın cediyd" (35-16)

ALLAH DİLERSE SİZİ YOKEDER VE YENİ BİR YARATIŞLA AÇIĞA ÇIKAR"

"Ve huve Bikülli halkın aliym" (36-79)

"O YARATILMIŞLARIN TÜMÜNDE VAROLDUĞUNDAN YARATILMIŞLARINI BİLİR"

"İnna zeyyennes semaed dünya Biziynetil kevakib" (37-6)

GERÇEKTEN BİZ DÜNYA SEMÂSINI DEĞERLİ NESNELER OLAN YILDIZLARLA DONATTIK"

Bu âyetlere bir de bu anlamlar yönünden bakarsak acaba bize ne gibi kapılar açılır?...isterseniz bunları da bir düşünelim...

Evet, bunları kavrayabildiysek, şimdi bu anlayışla farketmeye çalışalım...

Hiç bir yerde "ilâh"a imandan söz edilmemektedir; çünkü "ALLAH", "TANRI" değildir!.

"Senin ilâhın-tanrın ALLAH`tır" sözünün mânâsı "ALLAH tanrıdır" demek değildir!... Bu belki, "Senin ilâh-tanrı bildiğin, sandığın varlık gerçekte ALLAH`tır; ki O tanrı olmaktan münezzehtir" anlamına alınabilir...

Bunun izahını geniş olarak ===>> tıkla  Hazreti Muhammed in Açıkladığı Allah (ANLATIM 1)  isimli paylaşımda  yaptık. Arzu edenler bu hususu oradan tetkik edebilirler...

Evet, "ALLAH"a iman derken, "ALLAH"ı en asgari sınırı ile "İhlas" sûresinde belirtilen biçimde anlamak gerekir.

Şayet "ALLAH"ın "AHAD" olduğunu akıldan çıkarırsak; veya "ALLAH"ın "AHAD" olduğunun manasını anlamadıysak; "ALLAH"ın "doğurulmamış ve doğurmamış olduğunun" mânâsını farkedemediysek, çözemediysek, idrak edemediysek; bu takdirde biz, "ALLAH`a inanıyorum" deriz; hem de "Âmentü billah" dememiş oluruz!... Lâfını etmiş, dille söylemiş oluruz; fakat, anlayış olarak bu kavramdan mahrumuzdur...

İşte bu durumdakilerin halini açıklayan âyet de şudur:

"İNSANLARDAN BİR KISMI # B #NİN ANLAMIYLA ALLAH`A VE GELECEĞİMİZEiMAN ETTİK DERLER; AMA SÖYLEDİKLERİNİN BİLİNCİNDE OLARAK İMAN ETMEMİŞLERDİR" (2-8)

Çünkü...

İhlâs sûresinde, "ALLAH"ın Ahad olduğu; bölünmez, parçalanmaz, cüzlerden meydana gelmemiş, parçalardan oluşmamış; sonsuz sınırsız TEK olduğu belirtildiğine göre...

Ve de "Samed" olarak, ona herhangi bir şeyin girmesinin, ya da ondan her hangi birşeyin çıkmasının mümkün olmadığı, anlaşılabildiği zaman...

Ve gene "O"ndan meydana gelmiş ikinci bir varlığın var olmadığı; ayrıca "O"nun başka varlıktan meydana gelmesinin söz konusu olmadığı farkedildiğinde; ve bunun anlamı kavranıldığında, zaten otomatik olarak bizim "ben" dediğimiz varlık, hiç "var" olmamış olarak "yok" olur!.

Ya da çok basite indirgeyerek açıklıyalım... "ALLAH"ın "SINIRSIZ" varlığına İMAN EDİLDİĞİ ZAMAN!... Yani, "SINIRSIZ" varlığı dolayısıyla hiç bir boyutta "O"nun yanısıra ikinci bir varlığın mevcudiyetinden sözedilemiyeceği kavrandığı zaman... Görülecektir ki "sen"(ben) zaten hiç "var" olmamışsın... "Yok"sun!... "YOK" mayasından oluşmuş bir "yok" mevcutsun; ki gerçekte tüm varlık sadece "O"dur!

Varolmamış bir şey nasıl "yok" olur?..

Varolmayan bir şey, gerçekte, ancak beşduyunun oluşturduğu zanda "var" kabul edilir; o zanda "var" kabul edilen "benlik" idrak oluşunca da "yok" olur demektir!. Yoksa, gerçekten "var" olan hiç bir şey "yok" olmaz!..

Çünki her şeyin varlığı, "ALLAH" varlığıyla mevcuttur!... Ki, o şeyin mutlak mânâda "yok" olması demek, sonuçta ALLAH varlığının "yok" olması demek olur..

Evet şimdi biz yine ana konumuza dönelim.

"ALLAH"a iman, işte böylesine "ALLAH"ın "TEK"liğine iman ile birlikte, getirisi olarak, kendi varlığının, Hak`kın varlığı dışında var olmadığını idrak etmek suretiyle meydana gelir.

Eğer kendi varlığının "var" olmadığını anlarsan, işte o zaman dersin ki: "Amentü Billah"...

Ben, "ALLAH"ın varlığına, "O"nun varlığı ile kaim ve mevcut bir varlık olarak iman ediyorum.

Bu konuda bakınız tahkiki imanın neye olması icabettiği Hamdi Yazır ünlü tefsirinde nasıl anlatıyor:

"İslamda emrolunan umumi mevzuu iman "Lâ iahe illallah" tevhidi, yani Tevhidi Ulûhiyettir. "La mevcûda illallah" diye ifade edilen Tevhidi Vücud değildir.. Bu olsa olsa, tariki marifette kat`ı merahil (aşama yapmış) etmiş havass için mevzuu bahs olabilir..

Ve bizim nazarımızda, tevhidi vücud alelıtlak münker değil, belki keşfen müsbettir!.

Lâkin "Allah`tan başka mevcud yoktur" demekle, "her mevcut Allah`tır" demek arasında pek büyük fark vardır..

Evvelkisi, "tevhidi mahz"(sırf tevhid) olabilir; lâkin ikincisi şirki mahz(sırf şirk)dır...

"Allah`tan başka mevcud yoktur" denildiği zaman, mâsivâya isnad edilen vücudun hakiki olmayıp, hayâli, vehmi, şuûrda yansıyan bir emri zıllî olduğu; ve vücudu hakikinin ancak ALLAH`a muhtas bulunduğu ikrar ve âlemin bizâtihi ve lizatihi vücuduhakikisi nefyedilmiş olur ki, bu vahdeti vücuddur...

Çünkü, keşfen sabit olduğu üzere, biz âlem namına ne biliyorsak, hepsi mahsusatımız, hayâlimiz, suveri zihniye ve intibaatı ruhiyemizden (ruhen hissedişimiz) ibarettir... Bunları ayan tasavvur etmemiz, ve bil`izafe hak diyebilmemiz, Zatında Vahidi Ekmel olan Hak mefhumunun ezelen ve ebeden tahakkukunu tasdik sayesinde mümkün olabilir ki, bunu fatihada izah etmiştik...

Binâenaleyh, "vahdeti vücud" tevhidi vücudisi, eşhabı âlemin zılli, ve hayâli olduğunu görmek, ve onları silip maverasındaki Hakkı Vahidin vücuduna iman eylemek ile mümkün olur!." (c:1, s:576)

Evet, mârifete erer, gerçeği farkedersen; "ALLAH"`ın varlığı ile mevcut ve kâim bir varlık olduğuna iman edersin; ki bundan sonra da artık sende "bireysel benlik, kendini bir birim olarak kabul etme" kavramlarının olmaması gerekir.

Ama gene de bu birimsellik kavramı sende olur mu, olur!...

Niye olur?..

"ALLAH" öyle dilediği için olur!.

Çünkü onun dilediğine ve yaptığı işlere karışacak onun dışında ikinci bir varlık söz konusu değildir.

Bu husuta akla gelen bazı ayet mealleri var:

"ALLAH" dilediğini halk eder." "Yahluku ma yeşa"

"ALLAH" dilediğini yapar." "Yef`alü ma yürid."

"Ona yaptığından sual sorulmaz." (21-23)

Şimdi burada bir ince nokta daha var... "ALLAH"a yaptığından sual sorulamaz; demiyor!. Yani, sorulabilir ama sorulmaz, sorabilirsiniz ama sormayın gibisine değil...

Yaptığından sual sorulmaz, yani sual sorulması imkan dışıdır, olanaksızdır!. Niye olanaksızdır?..

Çünkü "ALLAH" dışında ikinci bir varlık yoktur ki, sual sorsun!. Dolayısıyle "ALLAH"`a yaptığından sual sorulmaz!.

sohbet forum arkadaş cagir

forum arkadaş sohbet linki

xxxGOKERxxx

xxxGOKERxxx resimleri ve sohbet sayfasi forum oyun tavla okey

sohbet icin online durumu
Mesaj Gönder
Forum Mesajları
Forum Başlıkları
 

 oyun sohbet linki, arkadaş tavla okey sayfasi  19.Ara.2009 Cmt 02:54:12sohbet oyun linki
Bu Mesajdan Alıntı Yaparak Mesaj EkleMesaj Ekle

         `VE MELAİKETİH``MELEKLERİNE İMAN`

 

Şimdi dikkat edelim...

"Amentü"iman ettim, "ve" sözü ile "meleklerine" bağlanıyor!.

Meleklerine iman, "ALLAH"a imanın hemen akabinde ikinci sırada geliyor.

Niçin meleklere iman bu derece önemli?

Niçin kitaba ve rasûle imandan önce geliyor sıralamada?..

Nitekim "Amener resûli" diye bildiğimiz Bakara Sûresi sonundaki ayetlerde de:

"Küllün amene billahi ve melâiketihi ve kütübihi ve resûlih..."

diye bu sıralamayı bildiriyor!...

Meleklere iman nedir, nasıldır ve niçindir?

daha fazlası için tıkla ===>>  RUH,İNSAN,CİN (AÇIKLAMA 1)

Melâike varlığını "ALLAH"`ın "esma`ül hüsna"sından alır!. "ALLAH"ın isimleri yani esmâül hüsnâ, (güzel isimler) manalarını ortaya koymaya başladığı anda oluşan mânâ varlıklar "MELEK" adını alır.

"Melek", "melk"ten gelir ki, "güç, kuvve" anlamınadır... "ALLAH"ın kuvvede mevcut özelliklerinin-esmâsının- açığa çıkması ile oluşan birimler anlamınadır..

Bu itibarla melekler, "ALLAH" rasûlleridir!..

Ef`âl âlemi denen fiiller âleminin, yani bütün bu gördüğümüz-göremediğimiz, algıladığımız-algılayamadığımız fiillerin, bireylerin, birimlerin yani "kesret" denen "çokluk" âleminin meydana geldiği, oluştuğu ilk boyut, melekler âlemidir.

Arşın üzerinde melekler yoktur!.

ARŞ, soyut bir kavramdır!.

ARŞ, soyut olan sırf mânâ ile çokluk arasındaki sınırıdır.

Arşın üstü isimler, yani ALLAH`ın ilminde bulduğu, özellikler âlemidir!.

İsimlerin mânâlarının olduğu boyuttur. Esmâ ve sıfat mertebesidir; ki, bu boyutta sadece "ALLAH"a ait soyut özellikler mevcuttur...

Arşın altı ise, bu isimlerin mânâlarının kuvveden fiile çıktığı, birimleştiği ve de fiiller âleminin oluştuğu boyuttur .

Nitekim Kur`ân`da;

"RAHMAN ARŞIN ÜSTÜNE ISTİVA ETMİŞTİR"

dendiği zaman, burada işaret edilen şey "Rahmâniyet" mertebesidir!..

Yani çokluğu, kesreti, birimleri meydana getiren isimler ve vasıfların, soyut özelliklerin olduğu Sıfat mertebesi demektir..

Sıfat mertebesi, sahip olduğu özellikler itibarıyla esmâ mertebesi diye de anlatılır.

Esmâ mertebesi denen şey, ilâhi isimlerin anlamlarından başka bir şey değildir.

İşte bu ilâhi isimlerin var olduğu boyut arşın üstüdür...

Bu isimlerin mânâlarının kuvveden fiile çıkması, mânâdan birimselliğe, çokluğa dönüşmesi de arşın altına tenezzülü diye anlatılır.

Meleklerin yapısı ve özelliği hakkında bazı hususları anlatmadan önce, değerli müfessir (yorumcu) Hamdi Yazır merhumun "Hak Dini Kur`ân Dili" isimli tefsirinden meleklerle ilgili bazı nakiller yapmak istiyorum...

"Halbuki âlemde hiç bir hâdise olamaz ki, ona kudreti ilâhiyenin bir taalluku mahsusu bulunmasın; binâenaleyh, cinsi melâike, kudret ve tekvini ilâhinin vahdetten kesrete tevezzuunu, ve onun tenevvüat ve taayyunatı mahsusasını ifade eden mebadii faile olarak mülahaza edilmek lazımgelir...

Ve kâinatta hiçbir şey, hiç bir hadise, hiç bir fiilü hareket tasavvur olunamaz ki, böyle bir risâlet vâki olmuş olmasın!.

Bundan başka bir nevi melâike daha vardır ki bunlar hadisatı tekviniyeden mukaddem, şuuni emriye ve kelamiyeyi, tabiri aharle şuuni ruhiyeyi mevcudatı akılenin cereyanı ruhisine ait evamir ve irşadatı rabbaniyenin tecelliyatı mahsusasını ifade ederler...

Bunlar daha evvel rasûli idrakdirler, müdrik ve muhtar olan mebadii faileye kablel fiil hayrın ve rızayı ilahinin vichesini ira`e eylerler ve melaikeye olduğu gibi beşere de müvekkeldirler....

Gördüklerini madde zannedenler, onu kuvvet sayesinde gördüklerini bilmelidirler....

...binaenaleyh melâikesiz bir hadise tasavvuru gayri mümkindir; melâikesiz bir katra yağmur bile düşmez.... "

Merhum Hamdi yazır bu arada iki de Rasûlullah açıklamasına yer veriyor:

"Semâ gıcırdamaktadır!... Ve gıcırdamak da hakkıdır!. Onda bir ayak basacak kadar yer yoktur ki, bunda secde ya da rukû halinde bir melek bulunmasın!.."

"Efendimiz Aleyhisselâm mi`raca çıktıklarında kale burçları gibi bir mevkide bir takım melâike görmüştü.. Bunlar birbirlerinin yüzüne doğru karşılıklı olarak yürüyüp gidiyorlardı...

Rasûlullah, Cebrail`e sordu; Cebrail,

-Bilmiyorum; ancak yaratıldığımdan beri ben bunları görürüm; ve daha evvel gördüğümün bir tanesini bile bir daha görmem!. dedi...

Onlardan birine ikisi birden sordular:

-Sen ne zaman yaratıldın?..

cevap verdi o melek:

-Bilmiyorum... ama Cenâb-ı Allah her dörtyüzbin yılda bir yıldız yaratır; ben yaratıldığımdan beri de dörtyüzbin yıldız yarattı!..." (c:1 s:303-308)

Bizim zaman birimimizle o boyutun bir günü Kur`ân ‘a göre ellibin yıl olursa... Varın buna göre bu boyutu ve varlıklarını siz düşününün!...

Evet, biz gelelim bu konudaki açıklamalarımıza...

Arşın altındaki, yani, sırf mânânın çokluğa dönüştüğü mertebedeki ilk varlık "RUH" adlı melektir.. Ayrıca "RUH-U ÂZAM" diye tanınır.

Bu Melek sahip olduğu ilim itibarıyla "AKL-I EVVEL" adını alır. Bİr diğer ifadesiyle de "Nurların NURU"dur!.

Hayatiyet ve hayat kaynağı olma vasfı itibarı ile, hayat vasfı itibarıyla "Ruh-u Âzam" denir.

Hz. Rasûlullah Aleyhisselâm efendimizin "hakikatı-aslı-orijini-kaynağı" olması yönüyle de "HAKİKAT-I MUHAMMEDİYE" denilir.

"ALLAH" evvelâ aklımı yarattı, "ALLAH" evvelâ nurumu yarattı..."

diye Hz. Rasûlullah`ın açıklamasında yer alan "akıl" ve "nur", işte bu "Ruh" adlı Melek, yani, "RUHU ÂZAM"dır.

Yani, bölünmesi parçalanması söz konusu olmayan, manada beliren ilk tekillik, birimlik kavramıyla mevcut olandır.

Soyutun somuta dönüşmesi sınırında oluşan varlıktır.. Elbette burada, beş duyuya göre somutluktan sözetmiyoruz!..

Yani, "ilmi ilâhi"de ilk mânâ sûretinin belirmesidir. Arş ve bunun altındaki oluşan ilk melektir.

Bu Melek`ten katman katman, boyut boyut diğer melekler meydana gelmiş; ayrıca her bir boyutun da kendine has melekleri oluşmuştur...

Melekler nur yapılıdır. Bunu bugünkü dille ifade etmek gerekirse, enerji kökenlidir diyebiliriz.

Herşey enerjiden meydana gelmiştir dendiği zaman, burada bahsedilen enerjidir.

Yalnız bir yanlış anlamayı ortadan kaldıralım...

Enerji "ALLAH"`ın "kudret" vasfının kuvveden fiile çıkması hâlindeki adıdır. Yani "NUR"`dur. "Nur" diye bahsedilen şey bir tür "salt enerji"dir.

Bu bilinçli enerji (kudret), -kozmik bilinç- evrende var olan herşeyi kendisinden meydana getirmiştir.

Bir diğer ifade ile, bu kâinatta var olan herşey, O "RUH" adlı Meleğin gücünden, "O"nun ilmiyle meydana gelmiştir!.

Eğer varlıktaki nesnelerin, yani kesitsel algılama araçları ile algılayabildiğimiz veya algılayamadığımız; tesbit edemediğimiz ama akıl yollu varlığını kabul ettiğimiz bütün varlıklar, gerçekte hep meleklerin varlığından ibarettir.

Çünkü, evrende var olan her şey "enerji"den meydana gelmiştir... Yani, "nur"dan meydana gelmiştir... Meleklerin varlığı da "nur"dur; dolayısıyle, meleklerden meydana gelmemiş hiç bir şey yoktur!.

"İnsan" denilen varlığın aslı, orijini de melektir!...

İnsanlar, Cennete melekî yapıya dönüşmüş olarak gireceklerdir...

Cin veya bunların insanları saptırıcı türü olan şeytanların, iblis`in orijin hammaddesi de melektir!..

Cehennem varlıkları olup "zebâni" adıyla tanınanlar da "melek"tir!

Ancak, insanın yapısının orijinalinin "melek" olmasına rağmen, nasıl insana "melek" denmiyorsa; aynı şekilde yapısının orijin boyutunda yer alan "melekî" alt yapı dolayısıyla, cine, şeytana da "melek" denmez!...

Böyle denirse, bu, diyen kişinin bu konuda yetersiz bilgisi olmasındandır..

Cehennemde ebedi kalacak insanlar ise, cin türü bir beden yapısıyla dalga(wave) bedenle yaşamlarını sürdüreceklerdir.. Ki o yapının bir alt boyutunu da gene melekler meydana getirmektedir!...

Maddenin aslı da melektir!.

Çünki melekler, her şeyin varlığını oluşturan "ALLAH" isimlerinin anlamlarının, soyut boyuttan somutluk ortamına geçişinde yer alan ilk bilinçli, kaynak varlıklardır!.

Bu yüzden, "melek", kişinin kendi özünü, hakikatını, aslını, orijinini tanımada çok önemli bir boyut ve önemli bir katmandır!..

Esasen "melek"lerin türleri ve işlevleri hakkında söylenecek pek çok şey daha olmasına rağmen, henüz bu konuda yeterli taban oluşmadığı için; şimdilik bu kadarıyla yetinelimm..

Bunların ötesinde, "Rasûl`e vahyi getiren varlık olarak", öncelikle "meleklerin" varlığının kabul edilmesi zorunludur!..

Şayet siz meleklerin varlığını kabul etmezseniz, onların vahyini nasıl kabul edeceksiniz ki?..

Meleklerin vahyettiği Kitabı nasıl kabul edeceksiniz ki?..

Böyle olduğu için de meleğe iman "ALLAH"a imandan hemen sonra ikinci sırayı almıştır.

Öte yandan, kendi aslını, hakikatını anlamak isteyen kişinin, meleği tanımadan, anlayıp idrak etmeden "ALLAH"ı kavraması dahi zaten mümkün değil, anlayamaz!.

"Melek" denen yapıyı, boyutunu tanımadan "ALLAH"ı tanımaya kalkarsa, o zaman tanrıya tapınmış olur!... Düşüncesinde bir "tanrı" yaratır ve "o tanrıya", "ALLAH" ismini vererek, hakikattan sapmış olur!.

"ALLAH"ı anlamak için, önce "melek" kelimesiyle işaret edilen, veya bugünkü dille "bilinçli salt enerji" diye ifade edilen boyutu kavramak gerekir!... O boyutu kavramadan "ALLAH"ı anlamak mümkün değildir!.

İşte bu yüzdendir ki "melek" bahsi çok önemlidir.

Yapısı itibarıyla "nur" diye vasıflandırılan öz enerji kökenli bu varlıklar; "ALLAH" hangi ilâhi isimlerinin mânâlarının ortaya çıkmasını dilemişse, o mânâlara uygun özelliklerle bezenmiş, o ismin mânâsına uygun güçlerle güçlenmiş, o ismin mânâsını ortaya koymakla görevlendirilmişlerdir.

Dolayısıyle, varoluşunu sağlayan ismin mânâsı istikametinde mânevi ve maddi sûreti vardır. Maddi derken bizim beş duyu boyutuna göre söylemiyorum!. "Evrensel boyutlarda" diyorum!... Bu konuyu beş duyunun getirdiği şartlanmalar kalıbı ile değil; akıl boyutu ile değerlendirmek ve idrak etmek zorundayız.

İşte meselâ "Mumit" isminin açığa çıkışı... "Öldürür, yani bir halden başka bir hâle dönüştürür"!... "Mumit" isminin manasının ağırlıklı olarak sûretine bürünmüş "melek" Azrail ismi ile tanınmıştır.

Burada anlaşılması gerekli çok önemli bir husus daha vardır...

"Melek"ler de, "insan"lar gibi "esmâ terkipleri"dirler!.. Tek bir ismin açığa çıktığı birimler değil!...

Yani, "melek" denen varlıklar da ana yapılarının mâhiyeti itibariyle "ALLAH" isimlerinin bir bileşimidirler... Ne var ki, bileşimlerinde bir veya bir kaç ismin mânâsı büyük ağırlıklı olarak açığa çıkmaktadır...

"Mumit" isminin mânâsı ağırlıklı olarak mevcut olan bir bileşim kuvveden fiile çıktığı zaman, "nur" diye bahsedilen enerji boyutunda bir varlık, bir birim oluşturulmuş ve buna da "Azrail" denmiştir... ki görevi "ölüm" denen "dönüştürme" olayını oluşturmaktır...

Sadece insanın ölümünü Azrail`e bağlamak son derece yanlış ve sınırlı bir anlayıştır...ilkel bir yaklaşımdır!.

"Azrail"in görevi, bir yapının varlığına son verip, o yapının son buluşu ile birlikte, ikinci bir yapının başlangıç ortamını sağlamaktır.

Ancak ikinci yapıyı başlatan Azrail değildir...

İkinci yapıyı başlatan, "El BÂİS" isminden oluşan melektir!.

Azrail, ölümü tattırır; yani, o birimin mevcut yapısıyla alakasını keser; o yapıyla alâka kesilmesinin hemen akabinde, "BÂİS" isminden var olmuş melek görevi alır, o birimin yeni yapısını meydana getirerek, ikinci anda o yapı ile o varlığı meydana getirir.

Burada enteresan ve farkedilmesi önemli olan bir husus daha var "BÂİS" ismi ağırlıklı meleğin göreviyle ilgili... O da şu...

Bazı varlıklarda -mesela insan gibi-, "BA`S" meleğinin görevi daha o varlığın ilk oluşum safhalarında başlar... Meselâ, Ana rahminde 120. günde "BÂİS" ismi mazharı melek tarafından o ceninin özünden kaynaklanan bir biçimde, -dıştan değil- "RUH" meydana getirilir!..

Ayrıca ölüm anında da, gene bu "Melek" tarafından bilincin ruhu kullanması sağlanır!..

Elbette bu bizim müşahedemizdir ki, iman edilmesi zorunlu noktalar arasına girmez!.

Şimdi dikkat edin, sade insan değil, bütün canlılar; yani evrendeki her nesne canlıdır, dolayısıyle bütün varlıkların sonsuza dek yaşamları devam eder.

Çünkü; evrende var olan bütün varlıklar "ALLAH"ın varlığı ile kâim varlıklardır.

"ALLAH"ın varlığının sonu olmadığına göre; "O"nun varlığından oluşmuş bulunan bilinçli varlıklara son düşünülmesi de "hükmi"dir, "indi"dir, "lokalize"dir, "an"lıktır!.

O bilinçli varlık, daha sonra

"O HER AN YENİ BİR ŞAN`DA(oluşta)DIR"

ayetinin işret ettiği manada, yeni bir yapıya dönüşerek, bir üst ya da alt boyutta -ama asla geldiği boyuta geri dönmeksizin- yaşamına devam eder.

"HİÇ BİR ŞEY HARİÇ OLMAMAK ÜZERE HER ŞEY ONU ZİKREDER, TESBİH EDER FAKAT SİZ ONLARIN TESBİHİNİ ANLAYAMAZSINIZ ."

diyor âyeti kerimede de ..

Niye ?..

Çünkü hiç bir şey hariç olmamak üzere, her şey canlıdır, şuurludur, diridir, varoluş gayesine göre, canlı ve şuurlu olarak tesbihini, zikrini yapmaktadır.

Sen sadece olaya beş duyunla baktığın için olayı çözümleyemezsin.

"ONLAR ALLAH`I AYAKTA İKEN, OTURURLARKEN ve YANLARI ÜZERE UZANIP YATARLARKEN ZİKREDERLER...." (3-191)

Âyeti insanların dahi, her an ve her pozisyonda zikir halinde olduğunu; zikir halinde olması gerektiğini vurgular...

Ancak, "O"nun varlığından meydana gelmiş bilinçli şeylerin toplamı olan tümel akıl Tanrıdır, görüşü de tümüyle yanlıştır!...

Evet... "Kâinat, ALLAH`tır" görüşü bütünü ile bâtıldır ve yanlıştır!. Bu Panteist görüştür!.

Yani, bütün mevcûdat bir araya gelince "tanrı" denen varlık ortaya çıkar görüşü... Bu yanlıştır!. Çünkü, gerçekte mevcûdat "yok"tur "ALLAH" vardır!.

"ALLAH" her an (bize göre) kendi mânâlarını seyreder ve her şey bundan ibarettir... Bu yüzdendir ki, mevcûdatın varlığı yoktur; "ALLAH"ın varlığı vardır.

Bu sebepledir ki, mevcûdat "ALLAH"tır, görüşü bâtıldır, ilkeldir!. Beş duyu kaydından kendini kurtaramayan dar görüşlü beyinlerin, 30 derecelik perspektifi olan kişilerin görüşüdür, mevcudat "ALLAH"tır görüşü!...

İşte yaşamda, bütün olup ve bitenler ve bunlarda mevcut bilinçler hep bu melekî güçlerle, melekî şuurla meydana gelmektedir.

Dışarıdan bakılan bu insan bedeninde, atomların yeri neyse; bir türü itibariyle, algılanan ve algılanacak olan tüm varlıkların temelinde "meleklerin" yeri de odur!..

Bunun için eğer sen, işin özüne gerçeğine ve hakikatına inmek ve "görenler"den olmak istiyorsan, çıkış noktası olarak önce meleklere iman etmek zorundasın.

Eğer "melekleri" inkâr edersen, işin özüne gitme yolları sana kapanmış olur!. Hakikate ermekten mahrum kalırsın!.

Madde boyutunda beş duyu ile yaşarsın ve öylece de geçip gidersin bu dünya yaşamından!.. Ancak bundan dolayı da biz seni kınamayız, seni küçük görmeyiz!... Çünkü sen de o kapasiteyle yaşamak için varolmuşsun; ve de var oluş gayeni yerine getirmektesin!.

Ama senin bu varoluş gayeni yerine getirirken, geçireceğin aşamalar, sende belli üzüntü, sıkıntı ve azapları da meydana getirir... Bunu da hiç aklından çıkarma!.

Evet "meleklere iman" denen olayı da bu kadarıyla anlayabildiysek, bilelim ki; vahiyden, yediğin yemeğin vücutta yararlı hale gelmesine; bunların beyinde değerlendirilip, madde beden ötesi ruh bedeninin yani, halogramik dalga(wave) bedeninin oluşturulması dahi hep meleki güçlerledir.

Varlığında, özünde meleki güçler vardır!.

Eğer ki sen meleklerin ne olduğunu anlayıp, -ki bunun için de imanla yola çıkacaksın- daha sonra da idrak edersen; şayet cehennemden de kendini kurtarabilmiş isen; kademe kademe arınmalar neticesinde, bu meleki boyutta yerini alıp; insan kemaline sahip melek olarak yaşamına sonsuza dek devam edersin, cennet diye târif olunan ortamda!.

Yok eğer kendindeki bu meleki özelliklere ve güçlere rağmen, gerekli arınmayı sağlayamamışsan; o zaman dalga(wave) beden boyutunda kalırsın; ki bu boyutta cinlerin boyutudur!... Bu cehennem diye bahsedilen âlemde sonsuza dek yaşarsın...

Sonuç olarak ölümden ve kıyâmetten sonraki yaşamda insanın mutlak akıbeti ikiden biridir...

Ya "cin" denen, "şeytan" denilen; bugünün insanını "uzaylıyız diye kandıran" varlıkların boyutunda yer almak; ya da belli arınmalardan geçmek suretiyle "melek" denilen varlıkların boyutunda insani şuur ve kemâlâta sahip olarak yaşamını devam ettirmek.

İşte bunun için de meleklere iman çok önemlidir...

sohbet forum arkadaş cagir

forum arkadaş sohbet linki

xxxGOKERxxx

xxxGOKERxxx resimleri ve sohbet sayfasi forum oyun tavla okey

sohbet icin online durumu
Mesaj Gönder
Forum Mesajları
Forum Başlıkları
 

 oyun sohbet linki, arkadaş tavla okey sayfasi  19.Ara.2009 Cmt 02:55:33sohbet oyun linki
Bu Mesajdan Alıntı Yaparak Mesaj EkleMesaj Ekle

                `VE KÜTÜBİH` KİTAPLARINA İMAN

 

"Kitaplarına iman" derken burada "kitapları" iki mânâda ele alacağız..

Birinci mânâda kitap; BEŞERİ anlamdaki kitaptır. Beşeri anlamdaki kitap, şayet okuyup anlıyabilirsen, senin ilâhi anlamdaki kitabı anlamana yol açar.

İkincisi ise İLÂHİ KİTAP!..

İlâhi mânâdaki kitap nedir?...

"ÜMMÜL KİTAP"!.. "Kitapların anası"

Kur’ân nâzil olmadan önce, Hz Muhammed Mustafa Aleyhisselâm’ın okuması istenen kitap!.... "Oku" diye işaret edilen kitap!.

Beşeri mânâdaki "kitap" ise rasûllerin aracılığı ile bize ulaşmış olan kelâmı ilahidir; ki bu kitap Âlemlerin Rabbından, Rabbani kitaptır. Bütün  Nebilerin bize getirdiği kitaplar Rabbül Âlemin`den bize ulaşmış olan, Rubûbiyet kanalından bize gelmiş olan Rabbani kitaptır.

Daha evvelki Nebilere gelen sahifeler, Hz Davud Aleyhisselâm’a gelen ZEBUR, Hz Musa Aleyhisselâm’a gelen TEVRAT, Hz isa Aleyhisselâm’a gelen İNCİL ve Hz Muhammed Aleyhisselâm’a gelen KUR’ÂN, Rabbani kitaplardır.

İzahı ve ispatı "Âmenerrasûli"nin başındaki

"ÂMENER RASÛLİ MA ÜNZİLEiLEYHİ MİN RABBİHİ "

âyetidir.

Bu sahifeler veya âyetler, bu sûreler Rabbani kitaptır.

Mutlak kitapsa ilâhi kitaptır; "ÜMMÜL KİTAP"tır!... Ulûhiyet kemâlâtının eseri olarak yazılmış olan kitabı ilâhi, yani tüm boyut ve katmanlarıyla evrendir!.

Bir diğer ifade ile İnsanı Kâmil`dir!... Bir diğer ifade ile Ruh`u Âzam`dır... Hakikatı Muhammediye`dir!. işte o, ilâhi kitaptır!.

"Kur’ân ve insan ikiz kardeştir"

Anlamındaki Rasûlullah açıklamasında işaret edildiği üzere, Kur’ân ‘ı meydana getiren mânâ , "İnsan" diye bahsedilen İNSAN`I KÂMİL`in; yani HAKİKAT`I MUHAMMEDİYE`nin, yani RUH`U ÂZAM`ın mânâsı ile karşılıklıdır. Birinde diğerindeki mânâ mevcuttur ki, biri mutlak kitap, ilâhi kitaptır.

Birinci mertebede anlaşılan beşeri mânâdaki kitaplara iman etmedikçe, o kitaplardaki bilgiyi kabul edip, iman etmedikçe; anlamadıkça, idrak etmedikçe, ikinci mertebedeki anlayışa geçmen mümkün değildir!.

Nitekim, beşeri mânâdaki Kitaptan biz bu ilmi alıp, deşifre etmek suretiyle ilâhi kitabı okumak yoluna gidiyoruz... Okuyabildiğimiz kadar, anlayabildiğimiz kadar, takdirimizdeki kadar, okuyabiliyoruz!.

İşte bu yüzden elimizdeki vahyolmuş bulunan Kitaplara iman etmek mecburiyetindeyiz!... Vahyolan Kitaba iman etmediğin takdirde ilâhi Kitaba ulaşamazsın.

Kitabullah`ı, ümmül kitabı okuyamazsan; onun Yazarını hiç tanıyamazsın!.

Beşeri kitaplardan edindiğin kemâlâtla ilahi kitabı okumaya başladığın zaman, VELİ olursun.

Ama Nebi`ler önce "Kitabullah"ı okurlar, Kitabullaha dayanarak beşere hitabeden kitabı halka tebliğ ederler.

Veli ile Nebi arasındaki fark, birinin beşeri kitabı okumak suretiyle ilahi Kitaba geçmesi; ötekinin önce vahiy ile aldığı Kitabullahı okuyarak beşere hitabeden kitabı tebliğ etmesidir.

Önce Kitabullahı okuyan ve sonra da beşere hitabeden kitabı tebliğ edene "NEBİ";

Önce beşere hitabeden kitabı okuyup, bununla Kitabullahı "OKU"ma seviyesine yükselene, uruç edene "VELİ" derler.

İlâhi hakikatları yaşayabilmek, ancak ve ancak "Kitabullahı" "oku"yabilmekten sonra mümkün olur... Bunun için de önce "Kur`ânın ahlâkıyla ahlâklanmak" gerekir!. Yani, Kur`ân ‘ı "OKU"mak icabeder!..

"Kur’ân ‘ı "OKU"mak" demek, alıp eline sadece satırları okumak demek değildir!..

O cümlelerde, sûrelerde, âyetlerde işaret edilen mânâları kavramak,hissetmek ve gerektiği şekilde yaşamak demektir... Kendinde bu mânâları bulacaksın; bulduğun zaman Kur`ân ‘ın ahlâkıyla ahlâklanmış olacaksın!..

"Kur’ân böyle diyor ben böyle yapayım demekle", oluşmaz Kur`ân ‘ın ahlâkıyla ahlâklanmak...

"Kur’ân ’ın ahlâkıyla ahlâklanmak" demek, Kur’ân ‘da ifade edilenleri kendi özünde bulabilmek; ve kendini o ayetlerde işaret edilen boyutlarda bulabilmek; hissetmek ve yaşamakla mümkün olur.

Bunu ne derece kendinde kemâle erdirebilirsen, işte o derece Kitabullahı okumak durumuna gelirsin.

Ama bazı kişiler de lutfu ilahi sonucu, önce, Kitabullahı okuma yolundan gitmişler; bunun neticesi olarak da beşeri boyutta değerlendirilmek üzere beşere hitabeden kitapları, yani Rabbanî kitapları okumuşlardır.

Tabii burada üstünde durulması gereken nokta şu :

Hz. Rasûlullah Aleyhisselâm bu kitaba vâkıftı, fakat okuyamıyordu; “okumuşlardan değilim” dedi!. Ancak sonuçta Rabbinin lütfu ile o kitaptan kelimeleri, satırları, cümleleri bize ulaştırmağa başladı...

Niye?..

Âyeti kerimede:

"İKRA` BİSMİ RABBİKELLEZİ HÂLÂK..

HÂLÂK el-İNSANE MİN ALAK...

İKRA VE RABBÜKEL EKREM;

ELLEZİ ALLEME BİL KÂLEM,

ALLEM el-İNSANE MA`LEM YA`LEM.."

deniyor...

Yani, okuma işinin "Rubûbiyet" boyutundan olduğunu; ve Rabbani lütuf ile meydana geldiğini izah ediyor bu âyetler.

 Konuyu ağırlaştırıp detaylandırmamak için bu RABBANİ ve İLÂHİ kavramlarına girmiyorum.. Burada bizim için önemli olan nokta, Rabbani kitapların, ilâhi hakikatlara eriştirecek hükümlerinden yararlanmak suretiyle ilâhi kitaba yönelme şansımızın olmasıdır..

İlâhi kitabı yani ümmül kitabı okumaya çalışacağız!... İlâhi kitap, ef`al âleminin, yani fiillerin oluştuğu boyutun tümüdür!. Çünkü bu kitabın her satırı, bir ismi ilâhinin mazharı olarak zuhur etmektedir.

Meleklere iman, varlığın aslı ve orijinini tanımaya açılan kapıdır...

"OKU" hitabıyla işaret edilen yüce ve muazzam Kitabullah da, o meleklerin varlığı ile oluşmuş kitaptır!... Sanki yazının mürekkebi, şekilleri meleklerdir;

Bu Kitabullahın harfleri meleklerdir; âyetleri, sûreleri meleklerdir!.

Kitap, esmâ-ı ilâhidir; yani "ALLAH" isimleridir; yani "ALLAH"`ın kendinde seyretmeyi dilediği mânâlardır, özelliklerdir!..

Ancak bu ne kadar böyle olursa olsun, unutulmaması gereken bir âyet vardır:

"VALLAHU GANİYYÜL ANİL ÂLEMİN"!..

"ALLAH" âlemlerden Ganîdir!.

Yani, bütün bu mânâları ortaya koymasına rağmen, bu mânâlarla kayda girmekten münezzehtir, beridir!.

Tüm mânâları ihtiva eden oluşları "yok"tan varlığıyla oluşturan "ALLAH" bu anlamlarla kayıtlanmaktan ve bu anlamlarla sınırlanıp tavsif edilmekten de münezzehtir, ötedir!...

Buna göre asla kafamızdan çıkarmayalım;

"ALLAH" Rabbül âlemindir ancak âlemlerden Ganîdir!..

sohbet forum arkadaş cagir

forum arkadaş sohbet linki

xxxGOKERxxx

xxxGOKERxxx resimleri ve sohbet sayfasi forum oyun tavla okey

sohbet icin online durumu
Mesaj Gönder
Forum Mesajları
Forum Başlıkları
 

 oyun sohbet linki, arkadaş tavla okey sayfasi  19.Ara.2009 Cmt 02:57:29sohbet oyun linki
Bu Mesajdan Alıntı Yaparak Mesaj EkleMesaj Ekle

                 `VE RASÛLİH` RASULÜNE İMAN

 

Önce "ALLAH"ın ne olduğu ve nasıl iman edilmesi gerektiğini, "ALLAH"ın varlığını ve kendinde seyretmeyi dilediği mânâları... Sonra da seyredildiği alan olan kesret âlemi, melekler âlemi, salt enerjiden oluşmuş mânâ birimleri âlemini farkettik...

 ===>>>  tıkla   Hazreti Muhammed in Açıkladığı Allah (ANLATIM 1)

Ayrıca bu bölümde Alem Kitabının kelimeleri, harfleri, sûreleri, âyetleri hükmünde olan melekleri... Bu meleklerin veya bu harflerin, kelimelerin oluşturduğu kitapları anladık...

Şimdi sıra geldi bu kitaplardaki bilgileri mânâları insanlara ulaştıran Rasûller, Nebiler yani elçilere..

Bu Rasûllere iman kesin zorunlu, çünkü iman etmediğin takdirde ondan yukarısını farkedip bilmene, haberdar olmana imkân yok!..

Rasûlden yukarısı olan kitapları, melekleri ve "ALLAH"ı bildiren Rasûl!... Rasûl olmasa, senin bunu anlayıp bilmene, duymana imkan yok!.

Şimdi bu "Rasûl"ü anlarken olayın önemli olan iki yanı var;

Bir tanesi herkesçe bilinen yanı, diğeri ise hasül havas olan zatların bildiği bir yanı.

Bizde onlardan duyduğumuz, öğrendiğimiz yanı bir kısmıyla sizlere nakledeceğiz:

Rasûl, vahiy yoluyla aldığı ilâhi hakikatı, beşere nakleden insan, kişi...

Rasûl, bir diğer anlamıyla, ilâhi hakikatı bir alt boyutta ortaya çıkaran aracı kat anlamında..

Nitekim Kur’ân-ı Kerim`de yalnızca Nebiler için değil, melekler için de "Rasûl" tabiri kullanılıyor... Melekler de "ALLAH ‘ın  Rasûlleri” olarak geçiyor. Zaten o yüzden biz, "Cebrâil  Aleyhisselâm" diyoruz.

"Aleyhisselâm" tabiri kime kullanılır...?

Rasûllere ve nebilere kullanılır!.

İşte "RİSÂLET" görevi yapması ve Kur’ân ‘da da meleklerden "Rasûl" diye bahsedilmesi sebebiyle, "Cebrâil Aleyhisselâm, Mikail Aleyhisselâm, İsrafil Aleyhisselâm" diyoruz..

Bu "melekler" bizim dışımızda birer kişilik sahibi varlık olduğu gibi; ayrıca bizim yapımızda da birer boyut veya katman olarak mevcutturlar!..

Yani "Risâlet" boyutu aslında hepimizin nefsinde var olan bir mertebe ya da katman... Ancak bizlerin kendini o boyutta bulup hissedebilmesi mümkün değil!. Enfüs derken senin bedeninden zâtına giden bir derinlikte demek istiyorum..

Bütün Nebilerin ve Rasûllerin görev yapmalarını oluşturan “Risâlet Boyutu” senin varlığında katmansal olarak mevcut!...

Ancak, senin bilincin o boyuta ulaşamadığı için, bulunduğun boyutun yani mertebenin kemâlâtıyla yaşamına devam ediyorsun...

O Risâlet boyutuna ulaşabilme istidadına sahip bilinç ise, Cebrail’in o boyuttan ve frekanstan kendisiyle iletişim kurması sonucu nübüvvet görevi ifa etmeye başlıyor...

Ayrıca, senin varlığında İsevî, Musevî, İbrahimî, Ademî boyutlar mevcut..

Bu ne demektir?..

Yani, bu Nebilerin ortaya koymakla görevlendiği hakikatlar, esas olarak senin varlığında da mevcut!... Ancak, sen varlığındaki bu hakikatları keşfedemezsin.. Ama sana özündeki bu hakikatlardan bahseden bilgi bir Rasûl aracılığıyla ulaşırsa; işte o takdirde kendinde mevcut olan bu bilgileri değerlendirebilirsin, demektir...

İşte bu yüzdendir ki, namazda "et tahıyyatu"yü okurken; sen "et tahıyyatu lillahi ves salâvatu vet tayyibatu" dedikten sonra; sana gelen hitâbı da sen seslendiriyorsun:

"Es selâmu aleyke eyyühen nebiyyü, ve rahmetullahi ve berekatuhu"

diyorsun..

Şimdi burada dikkat edilmesi ve farkedilmesi son derece gerekli ve önemli bir incelik mevcut..

Hz. Muhammed bu konuşmayı "Mi`râc"ta yapmıştı da; sen de onu takliden bunları söylüyorsun; değildir olay!..

Hatırlayalım ki...

"Namaz müminin mi`râcıdır" !.

Şayet, "namazın mi`râc" olursa, eğer sen de aynı olayları yaşıyabilirsen, o "mi`râc"ın neticesinde aynı şeyler senin için de oluşabilir... Yani, takliden yaptığın şeyin tahkikine erebilirsin... Yani bilinçsizce okuduğun şeylerin hakikatını yaşaman sonucunda, senin için kapasitene göre belirli idraklar ve hâller yaşanır..

Şunu kesinlikle bilelim ki!...

Dinde mevcut olan hiç bir şey, geçmişteki bir olayı "anma-hatırlama programı" değildir!..

Şayet o şeyin yapılması önerilmiş ise, yapılacak o şeyin, bilfiil yapan kişiye getireceği bir takım yararlar sözkonusudur!...

Meselâ Hz. Muhammed Mustafa Aleyhisselâm’ın "Mi`rac"da ulaştığı son noktada okuduğu "Et tahıyyatu" diye bilinen tâ`zim ifadesini ve buna alınan cevabı, biz -falanca yerin bilmem kaç sene evvelki kurtuluşunu anma gününü kutlar gibi- mi`rac ‘ı kutlamak için tekrar etmiyoruz!..

Anlamaya çalışalım..

"Namaz"dasın ve "mi`râc"ı gerçekleştirdin... Bunun sonucunda hitabediyorsun:

"Et tahıyyatu lillah, ves salavatu ve tayyibat!..."

diyorsun...

Ve buna karşılık "ALLAH"`dan hitâp geliyor özünden, Zât`ından kaynaklanan bir biçimde ve o anda "söyler dilin oluyor":

"Es selâmu aleyke eyyühen nebiyy, ve rahmetullahi ve berekâtuh"!..

Burada daha fazla derine girmek istemiyorum..

Ancak bilelim ki, sende o Nübüvvet katmanı ya da bir başka ifadesi ile o boyut, potansiyel olarak mevcut!. Ve o boyut, sende, açığa çıktığı takdirdeNebi” olabilirsin!.!.. Ne var ki, bunun, kendisinden sonra bir daha gerçekleşmiyeceğini de Hz. Muhammed bildirmiştir!..

Hepimiz, netice olarak aynı, "ALLAH" isimlerinden meydana geldiğimiz için, zât ve sıfat mertebeleri itibariyle hepimizde aynı kemâlât basamakları veya katmanları potansiyel olarak mevcuttur!..

Gerek "ALLAH" zâtı, ve gerekse varoluşun tüm mertebeleri boyut boyut, katman katman varlığımızda mevcuttur!... Ne var ki bu kemâlâtın açığa çıkması için yapımızı oluşturan isimler bileşiminin elvermesi zorunludur!..

İnsanlar, hakikatları itibariyle hep aynı kemâlâta sahip olmalarına rağmen, aralarında mertebe farklarının olmasının sebebi de işte bu inceliktir!..

Özümüzdeki hakikat ve mâarifi Billah kemâlâtını, esmâ bileşimimiz dolayısıyla açığa çıkaramamamız, mertebe farklarını oluşturmaktadır...

Esmâ bileşiminin oluşturduğu "ben"lik ortadan kalkmadan, "sen", "O"nu farkedemezsin!.. Varlığındaki "O"nu farkettiğin, gördüğün anda da, gören kendisi olur ve "sen" kalmazsın!... "Sen" varken de, o boyut ortaya çıkmaz!...

Hani bu neye benzer?...

"Bana görün Yarabbi!"

deyince, Hz. Musa`ya cevap geldi:

-"SEN", "BEN"İ GÖREMEZSİN YA MUSA!..

Yani, "Musa var olduğu sürece, Musa "ALLAH"`ı göremez"!..

"ALLAH" açığa çıktığı zaman da Musa kalmaz!..

Dolayısıyle, "Et tahıyyatu..." okunurken, "sen ortadan kalktığın zaman", ilâhi hitâp sendeki "Nebi"ye gider!...

"Sen var" olduğun zaman ise, o hitap sana ulaşmaz!... Çünkü, o hitap "Nebi"yedir.

"ES SELÂMÜ ALEYKE EYYÜHEN NEBİYY"...

 diyor... "Sen" "var"sayıyorsan kendini, o hitâp "sen"de kalır, Nebiye ulaşmaz; dolayısıyle sana ulaşmaz!.

İşte ilâhi hakikatı tanıma, "ALLAH’a erme”, "ALLAH`a vâsıl olma” dediğimiz aşamalar içinde Rasûle iman, Nebiye iman bu yüzden çok önemlidir.

Ayrıca burada şunu da düşünmek lazım... Niye "Nebi"ye iman değil de "Rasûl"e iman?..

Neyse, bu da ayrı bir konu!.. Onu da isterseniz siz düşünün!

Evet, genel basit anlamıyla Rasûle iman gereklidir; çünkü ALLAH gerçeklerini sana tebliğ ediyor... Bu bildirimin neticesinde de senin geleceğe dönük yaşantın söz konusu!. Geleceğe dönük gerçekleri bilip öğreneceksin ki ona göre tedbir alıp, korunasın.

"Korunmak isteyenlere",  Rasûle iman iki sebepten önemli ve gerekli;

Birinci sebep, sonsuz yaşamın boyunca karşılaşacağın tehlikelerden, azaplardan, sıkıntılardan korunabilmen... Bunun için de bir takım çalışmalar yaparak tedbirler alman zorunlu !...

İkinci sebep olarak da Rasûle iman etmen gerekiyor ki, kendi derinliğine, özüne inesin; derinliğinde özünde ilâhi hakikatları bulasın!. "ALLAH" varlığı ile kâim bir varlık olduğunu anlayasın, bilesin, idrak edesin!... Elbette bunun gerçekleşmesi için de, önce buna "iman etmen" gerekiyor.

Sonra da, o "İMAN"dan ileri gelen çalışmaları ortaya koyarak, özündeki hakikata eresin!.

İşte bu iki sebepten dolayı "Rasûle İman" zorunludur...

Kime zorunludur?... Akıl sahiplerine!. Beyin sahibi olup da, tefekkür edebilme özelliği, düşünebilme özelliği olan insanlara.

Şefkat, merhamet gibi duygular bütün hayvanlarda vardır; zaman zaman bunu ortaya koydukları hepimizin malûmudur.

İnsanı hayvandan ayıran özellik, şefkati, merhameti, iyilik yapması değil; akıl sahibi olması ve geniş tefekkür gücünün bulunmasıdır..

İnsanın şerefi aklı kadardır!..

Güçlü akıl ise "İMAN" zorunluluğunu rahatlıkla farkedebilir...

Elbette ki bu "İMAN", kendisine en yakın olandan başlayacak ve "RASÛL"ün kendisine yani "Rasûllüğüne" olacaktır... "O"nun Rasûllüğüne "iman" edecektir; ki daha sonra da "Rasûl"ün bildirdiklerine iman etsin!.. Ve böylece aklıyla, iman yolunda yürümeye başlasın...

Bu arada "Rasûl"e İMAN hususunda bir inceliği de gözden kaçırmıyalım...

Bizler, Rasûle iman ile mükellefiz!.

Bu konuda muhatabımız, Rasûlullah Aleyhisselâm’dır!.

Bize tebliğatını yapmıştır... Artık bizler, ya buyurduklarını nazarı dikkate alır, gereğini yapar, kendimizi kurtarmaya bakarız; ya da aldırmayız ve sonuçlarına katlanırız!...

Rasûlullah ile kişi arasında, ne mertebede veya etikette olursa olsun hiç bir din görevlisine yer yoktur!

Esasen "din görevlisi" diye birşey yoktur İslâm Dini’nde!.

"İslâm Dini"nde ne teşkilâtlar vardır, ne de müesseseler!...

Ancak, insanlar, topluluk halinde yaşamaktan dolayı daima belli yöneticiler seçmeye alıştıkları için, Din olgusunu da bir görev halinde kabullenmişler; sonuçta Dinsel idareciler ve idare edilenler sınıfları ortaya çıkmıştır!

Şu anda dünya üzerinde, "ALLAH" adına konuşma ve hüküm verme, yargılama yetkisi kimsede mevcut değildir!... Ve olamaz da!.

Ancak insanların belli bir kısmı kendi aralarından birisine, sen bize önder ol, deyip başlarına geçirirlerse, o kişi de onların başı olur!...

Kesin gerçek şudur ki;

Dünyada ve âhırette tek gerçek muhatabınız, Size İslam Dinini tebliğ eden RASÛLULLAH MUHAMMED MUSTAFA Aleyhisselâm’dır!..

Bu sebepledir ki, biz "MUHAMMEDÎ"YİZ, diyoruz; ve bununla da iftihar ediyoruz!..

Evet "Rasûle iman"ın gereklerini de sanıyorum böylece anlattık.

sohbet forum arkadaş cagir

forum arkadaş sohbet linki

xxxGOKERxxx

xxxGOKERxxx resimleri ve sohbet sayfasi forum oyun tavla okey

sohbet icin online durumu
Mesaj Gönder
Forum Mesajları
Forum Başlıkları
 

 oyun sohbet linki, arkadaş tavla okey sayfasi  19.Ara.2009 Cmt 02:58:42sohbet oyun linki
Bu Mesajdan Alıntı Yaparak Mesaj EkleMesaj Ekle

`VEL YEVMİL ÂHİR` KIYAMET SÜRECİNE İMAN

 

Bu ifadeyi iki şekilde anlamak mümkün:

"Vel yevmil âhir"nin başındaki "v", yani arapçadaki "vav" harfini tek başına bağlaç olarak düşünüp, "EL-YEVM`İL ÂHİR" şeklinde anlamakta mümkündür bize göre; "Vel yevmil âhir" de diyerek "VE Yevmil âhir" diye anlamak da...

"VEL YEVMİL ÂHİR" gibi ele alırsak, "Ve" daha sonraki "an"a şeklinde çıkar anlam..

"v`eL-YEVM`İL ÂHİR" diye anlarsak, "âhiret günü" diye kastedilen "kıyâmet" anlaşılır!...

Buna karşın birinci okuyuş itibariyle ise, "içinde bulunduğun andan sonra gelen diğer anlar" anlamınadır.

"YEVM" Esas itibarıyle günlük kullanışta bildiğimiz, 24 saatlik gün diye de anlaşılabileceği gibi; "AN" anlamına da gelir...

Bizim bildiğimiz "gün"lük anlamın esas itibarıyle madde dünyasına, beş duyuya bağlı, izâfi-göreceli bir ifade olması hasebiyle; daha doğru gerçek anlamı "AN" dır.

Bu sebepledir ki, "Ve daha sonraki "an"lar" deyince; bu "daha sonraki "an"lar" ifadesinden, insanın yaşamının sonsuz olması, sürgit devam etmesi anlaşılır.

Yani içinde bulunduğun her "an"dan sonraki "an"da var olacağın; hiç bir zaman "yok" olmayacağın anlaşılır!.. Bu birinci mânâsı..

"Vel yevmil âhir", yani, "bulunduğum andan sonraki bir anda da var olacağıma", derken işaret edilen "sonraki bir an var", ve bu sonraki "an"lar hiç sonu gelmeksizin sonsuza dek devam edip gidecek!... Kabir âlemi veya berzah âlemi, kıyâmet âlemi, mahşer âlemi, sırat yaşamı, cennet ve cehennem yaşamı şeklinde, çeşitli aşamalarda devam edecek olan, böylesine sürgit bir yaşam mevcut..

Bir de "EL YEVM`İL ÂHİR"de ki "EL YEVM", yani, "bilinen o meşhur "AN"!...

Nedir o meşhur "AN" ?...

"Büyük kıyâmet" diye bilinen, bahsedilen zaman süreci!..

Böyle bir sürecin de yaşanacağı..

Berzah âlemindeki, kabir âlemindeki "an"lardan sonra; bütün insanların ve cinlerin bir araya geleceği ve dünyada yaşadıkları anların hâsılasını, sonuçlarını, semeresini görecekleri toplu yaşam "an"ı!...

"Küçük kıyâmet", diye bahsedilen, yani "ölüm" denen "beden değişimi" anından sonraki bireysel yaşama anları...

Demek ki biz "VEL YEVMİL ÂHİR" dendiği zaman burada iki mânâ anlayacağız:

Bir, sonsuza dek sürüp gidecek olan bir yaşam... "Yok" olmanın söz konusu olmadığı, sınırsız devam edecek olan yaşam "an"ları.

İki, bütün insanların ve cinnin -yani uzaylı denen o varlıkların- toplu olarak bir boyutta, bir ortamda gelip; dünya yaşamlarının semeresini, neticesini görecekleri süreç!.

"Vel yevmil âhir" anlayışı, ele aldığı esaslar itibarıyle, birçok -din adı verilen- inanış" ile islâmiyetin farkını oluşturan başlıca konulardan biridir.

Geçmiş bir takım inanış şekillerinde, meselâ Budizm`de, Konfiçyus dininde v.s. de "Âhiret günü" denen, "ölümden sonraki bu sonsuz yaşamın devamı ve bütün insanların ve cinlerin biraraya gelip yaptıklarının sonuçlarını görme süreci" anlayışı ve inanışı yoktur.

Ayrıca, reenkarnasyon inancını reddeden "âmentü"deki hükümde burası!..

Bütün ins ve cin, yani madde boyutunda yaşayan insanlar ve madde ötesi dalga(wave) boyutta yaşayan uzaylı denen, cin denen, şeytan denen, iblis denen varlıkların yaşadığı şu boyutun sonsuza dek ileriye dönük olarak devam etmek suretiyle; bir gün hepsinin bir araya gelip dünyada yaşadıklarının ve yaptıklarının sonuçlarını görmeleri olayı söz konusu İslâm Dini’nde... Ve bu da "Vel yevmil âhir" diye ifade ediliyor.

Oysa, İslâm DIŞI İNANIŞLARDA, İslâm DİNİ’NDE YERİ OLMAYAN tenasuh veya reenkarnasyon diye bir olay var!.

Böyle, insanların ve cinnin yaptıklarının neticesini yaşayacakları özel bir süreç söz konusu değil onlarda!..

Dünyada yaşıyor; ölüyor; ondan sonra ruh olarak bir yerlerde kalıyor; ruh olarak tekrar dünyaya geliyor, bir bedene giriyor!. Ama hayvan bedenine giriyor, ama insan bedenine giriyor; ve bu bedenlerde yaşamına devam ediyor!..

Sonra tekrar tekrar gidiyor, sonra tekrar dünyaya geliyor!..

Eski dildeki adı tenasuh olan, günümüzde reenkarnasyon diye bilinen bu inancın kökeni de Hind felsefesi!.

Bu tekrar tekrar dünyadan gidip; madde ötesi boyuta, ruh boyutuna geçip; sonra tekrar madde boyutuna dönmek, denen olayın var olmayışı "Vel yevmil âhir"de vurgulanıyor!.

"NİHÂYET ONLARDAN HER BİRİNE ÖLÜM GELDİĞİNDE,

-RABBİM BENİ (dünyaya) GERİ GÖNDER... TÂ Kİ BOŞA GEÇİRDİĞİM HAYATIMI ORADA BIRAKTIKLARIMLA, YARARLI ÇALIŞMALARLA DEĞERLENDİREYİM..

DERLER...

ASLA !... BU SÖYLEDİĞİ GERÇEKLEŞMİYECEK BİR ŞEYDİR!.

ONLARIN ARDINDA, BA`S (mahşer) GÜNÜNE KADAR SÜRECEK KABİR ÂLEMİ VARDIR...

(Ba`s için) "SÛR"a ÜFLENDİĞİNDE, ARALARINDA NE SOYSOPLUK VARDIR, NE DE BİR SORANLARI !... (Müminun-99-101)

âyetleri bu inancın tamamiyle safsata olup, İslâm’da YERİ OLMADIĞINI vurgular...

Diğer adına din denen inanışlarda, Mısırlılar`da Hindular`da, vs. de bu düşünce var.

Halbuki İslamiyet, vahye dayanan Din olarak, bu olayı reddedip; böyle bir olay yoktur diyor!... Bu dünyada yaşarsın, ölümü tadarsın; ondan sonra ruh bedenle içine geçtiğin berzah âleminde kıyamete kadar yaşamına devam edersin; bu arada tekrar dünyaya geri dönüş yoktur; diyor...

Dünyaya geri dönme yolu kapalı olduğu için, senin ölüm ötesine hazırlanman için, tek şansın dünyada yaşadığın günlerdir!.

Eğer dünyada yaşadığın günleri, ölüm ötesi yaşama gereken biçimde hazırlanarak geçiremezsen hazırlanamazsan; bu günleri hazırlık safhası olarak değerlendiremezsen; öldükten sonra bir daha dünyaya geri gelmiyeceğin için, bu imkanı kaçırmış ve bu hakkı yitirmiş olursun!... Ve ölüm ötesi yaşamda, kabir âleminde kıyamete kadar birtakım azaplar, ızdıraplar senin için söz konusu; o bildirilen ortama hazırlanmadığından dolayı!.

Nihayet kıyamet sürecinde de, mahşer yerinde, diğer bütün dalga(wave) yapılar yani diğer varlıklarla; "uzaylı veya cinni", ne dersen de, o varlıklarla birarada, mahşer yerinde toplu halde yaptıklarının sonuçlarını yaşarsın; diyor.

Halbuki öbür anlayışta, yani İslamiyet dışı olan reenkarnasyon anlayışında, ya sen bu dünyada yaşarsın, bu dünyada yaşayıp elde ettiklerine göre ölüm ötesi yaşama geçersin; orada ruh beden olarak kalırsın; iyiysen daha mükemmel bir insan olarak tekrar dünyaya yeni bir bedene girerek gelir ve başka bir toplumun içinde yer alırsın... Ya da, kötü bir insansan daha kötü bir insan bedenine veya hayvan bedenine bürünearek, tekrar bir kedi veya köpek, sürüngen olarak bedenlenmiş bir halde dünyaya geri gelebilirsin; denmektedir!.

Reenkarnasyona inananlar da iki sınıftır...

Bir kısmı, bir daha dünyaya hayvan olarak gelme imkânı var, diyor... Hayvan olarak gelebilirsin diyor!..

Bir kısmı da hayır, hayvan olarak gelmek yok ama, kötü bir insan olarak gelirsin, yeniden çile bela sıkıntı çekersin diyor.

Bu her iki olay da netice olarak islam DİNİ DIŞI bir inanış biçimi olan reenkarnasyondur.

Ve bugün "uzaylılar" olarak kendini tanıtan cinler de ilişkide bulundukları kişilere, gerek "biz uzaylıyız" diyerek; gerekse de "biz daha önce dünyada yaşamış kullarız" diyerek reenkarnasyonu telkin ediyorlar!...

Böylece de reenkarnasyona inananlar, farkında olmadan, "amentü"deki "Vel yevmil ahir" kısmını reddetmiş oluyorlar; bu konunun Kur`ân ‘da dayandığı âyetleri inkâr etmiş oluyorlar; imandan çıkıyorlar!..

Uzaylı veya cin denen varlıkların, veya kendini falancanın ruhu diye tanıtan bu varlıkların en büyük özelliği de insanı itikad yönünden saptırması, islam itikadı dışına kaydırmasıdır, dedik

konun detayı için tıklayın ===>> RUH,İNSAN,CİN (AÇIKLAMA 1)

 

İşte bu yüzdendir ki, bu "Vel yevmil âhir" inancı, reenkarnasayon olayına inanan islam dışı inanışlarla islam dini arasında çok önemli bir sınır çizmektedir.

Gene bu varlıklar, yani kendini "uzaylı" diye tanıtan, ya da "dünyadan geçmiş evliyaullahın ruhlarıyız" diye tanıtan bu "CİN" denen varlıklar; Nebileri de sanki bir "medyum"muş gibi gösterip; Nebilik mertebesinin özelliklerini basitleştirip; her "medyum"u "Nebilik  mertebesindeymiş" gibi empoze etmektedirler!.

Nebileri de medyumluk seviyesine düşürüyorlar!.

Nebi , medyumluk seviyesine düştüğü zaman; zaten herkes bir medyum, kendileri de birer medyum, dolayısıyle Nebilerle aynı mertebede olmuş oluyorlar.

Hatta Bazı "uzaylı" diye kendini tanıtan "CİNLER" daha da ileri giderek "Hz. MUSA ve MUHAMMED`in kendileri gibi birer CİN olduğunu" kendi kutsal dedikleri "ALTIN ÇAĞ BİLGİ kitapları"nda yazıyorlar...

İşte bu şekilde, Rasûlullah Aleyhisselâm’ı medyummuş gibi değerlendirmeye tabi tutarak, işi sıradan bir olay hâline getiriyorlar... Kendileri de "medyum" olduğu için de "biz de vahiy alıyoruz" diyorlar... Elbette şeytandan!.

Bazıları da, "vahiy alıyoruz" demiyorlar da, "mesaj alıyoruz" diyorlar!... Farketmez!. "Mesaj veya vahiy" de!.. Neticede nereden, kimden alınıyor bu mesaj?...

Medyumun aldığı mesaj, ya ilâhi bir kattan melek yoluyladır, vahiydir; o takdirde, "ben peygamberim" iddiasındadır kişi!... Veya melek aracılığı ile aldığı bir vahiy değildir, o zaman kimden alıyor bu mesajı?...

Esasen meleklerle görüştükleri düşüncesi kesinlikle yanlıştır!. Şu sebepten:

Meleklerden gelen her bilgi kesin doğrudur!. Halbuki bu kişilerin kendilerini "melek" diye tanıtan varlıklardan aldıkları bilgiler, sürekli yanlış çıkar!. Söyledikleri olayların zamanları hiç bir vakit zamanında çıkmaz!... Melek kesin zaman verir, ve meleğin söylediği kesin doğru çıkar... Meleğin bildirdiği olayda değişiklik olmaz.

Bunların cinlerden aldığı bilgilerse, çoğunlukla yalan çıkıyor; arada ender olarak doğru çıkıyorsa da, verdikleri zamanlar, hiç bir vakit tutmuyor ya da gerçekleşmiyor...

Bu duruma göre "ALLAH"`tan almıyorsa bu mesajı; melek vasıtası ile vahiy yoluyla "ALLAH"`tan almıyorsa; o zaman geçmiş kişilerin ruhlarından olabilir mi acaba?!..

 

Eğer gerçekten "uzaylılar"sa bunlar; yani, başka bir galaksiden gelmiş, özel varlıklarsa; o zaman da, onların kendi teknolojilerine göre bizde olmayan teknolojiye ait bir araç vermeleri gerekir... Versinler böyle bir araç; veremezler!.

Dünya üzerinde bugüne kadar dış bir galaksiden gelmiş bir varlığın verdiği, bizde olmayan bir teknoloji ile oluşturulmuş teknik bir araç söz konusu değildir!. Ve olamaz da!..

Çünkü uzaydan, başka bir galaksiden bir varlık gelmesi mümkün değildir; olanaksızdır!.

Bunlar bizim güneş sistemimizde, galaksi bile demiyorum bakın, bizim güneş sistemimiz içinde yaşayan, büyük bir kısmı da dünya üstünde aramızda yaşayan eskilerin "CİN" diye adlandırdığı, tanımladığı; bizim dünyamız üzerinde ve uzayında yaşayan varlıklardır bunlar!...

Eskiler de buna "cin" demiş...ismi önemli değil...

Bunlar insanın düşmanıdır!. Bu düşmanlığın ana sebebini ilk bölümlerde izah etmiştik...

Cinlerin, insanın düşmanı olmasının bir başka sebebi de şudur:

Ölüm ötesi yaşamda, madde bedeni terk eden insan, dalga(wave) bedenle var olacak... Halogramik dalga(wave) bedenli, "uzaylı" denen, "cin" denen varlıkların bedenleri de insanınki gibi halogramik dalga(wave) bedendir...

Eğer siz dünyada Allah Rasûlü’nün bahsettiği bir biçimde, bir takım çalışmalar yaparsanız, bu dalga(wave) bedeniniz gerek ilim, gerek enerji yönünden cinlerden çok daha güçlü olacaktır...

O takdirde de "cin" denen "uzaylı" denen bu varlıklar, sizin üzerinizde tasarruf edemez hale gelecektir!. Halbuki onlar, sizin üzerinizde hükmetmek, tasarruf etmek isterler...

Nitekim âyette de

"İNSANLARIN EKSERİYETİNİ HÜKMÜNÜZ ALTINA ALDINIZ"

diye hitâbedilir onlara..

Dolayısıyle bütün müslümanların KUR`âN ve RASÛLULLAH’A "İMAN" esaslarına dayalı bir biçimde yaptığı çalışmaları engellemek amacıyla, her türlü saptırıcı fikirleri insanlara empoze ederler!.

Böylelikle de insanları bu çalışmalardan alakoyup, güçsüz bir biçimde, ruh beden yaşamına geçirtmek isterler; ki o beden yaşamında da onları rahatça tasarruf altına alıp, onlarla istedikleri gibi oyalanıp eğlensinler!.

Evet işte "Yevmil âhir"nin kapsamına giren konular da özetle bunlar..

sohbet forum arkadaş cagir

forum arkadaş sohbet linki

xxxGOKERxxx

xxxGOKERxxx resimleri ve sohbet sayfasi forum oyun tavla okey

sohbet icin online durumu
Mesaj Gönder
Forum Mesajları
Forum Başlıkları
 

 oyun sohbet linki, arkadaş tavla okey sayfasi  19.Ara.2009 Cmt 03:00:14sohbet oyun linki
Bu Mesajdan Alıntı Yaparak Mesaj EkleMesaj Ekle

         `VE BİL KADERİ` KADERE İMAN

 

Bu sözde "vel yevmil âhir"den sonra, "ve kadere" dememiş, "VE BİL KADERE" demiş. "B" harfini gene getirmiş burada başa koymuş.

Bunun mânâsı:

"Nesnenin kaderi kendisinde mevcut olarak, o nesne var olmuştur"; demektir.

Oluşan birim, kaderi kendisinde mevcut olarak o kaderle mevcut olmuş, var olmuş demektir.

"B" harfinin oluşturduğu mânâ burada odur.

Yani, rastgele bir kader değil!..

Dışarıdaki birinin yazdığı bir kadere göre, ben varım ve ben o programı uyguluyorum, gibi değil!..

Kaderi kendinden gelen bir biçimde, kendi varlığında; kendi programı yapısında özünde mevcut bir biçimde var olmuş demektir.

Burası çok önemli ve ince bir noktadır.

"Kadere iman"ın esaslarını, yani neye ve nasıl iman edilmesi gerekliliği esaslarını, birazdan âyetlerle ve hadislerle izah edeceğim.

Şimdi burada üzerinde durmak istediğim husus şudur:

Birim, var oluş gayesine uygun bir programla yüklenir; ki bu oluş birimin "fıtratı" diye bilinir!... Daha doğrusu, programı gelen meleki-kozmik etkilerle beyne yüklenir!.. O birimin manevi sureti, onun programıdır; yani "fıtratı"dır; yani kaderidir!.

Bu hususa işaret eden âyet

"KÜLLÜN YA`MELU ALA ŞAKILETİH"dir. (17-84)

"TÜMÜ DE PROGRAMLARI (ŞÂKILESİ) DOĞRULTUSUNDA FİİLLER YAPAR..."

dır.

Bu hususa işaret eden çok önemli bir âyet daha var:

"FEEKIM VECHEKE LİDDİYNİ HANÎFA...." (30-30)

"VECHİNİ HANÎF OLARAK DİNE DÖNDÜR"

Hz. Rasûlullah Aleyhisselâm’a bu şekilde bir gerçek bildirildikten sonra evrensel sır açıklanıyor ve bir gerçek daha vurgulanıyor:

Buyuruluyor:

"...FITRATALLAHİLLETİY FETAREN NÂSE ALEYHA;

LÂ TEBDİYLE LİHALKİLLAH;

ZÂLİKE DİYNÜL KAYYIM;

VE LÂKİNNE EKSEREN NÂSİ LA YA`LEMUN". (30-30)

"FITRATALLAHİLLETİY FETAREN NÂSE ALEYHA":

"İnsanlar belli program üzere, programlanmış olarak vardırlar".

"ALLAH"ın belli bir gayeye yönelik bir biçimde, belli bir programla meydana getirmesi ile vardırlar.

"ALLAH" onlarda hangi isimlerin mânâlarını açığa çıkarmayı dilemişse, o isimlerin mânâlarını açığa çıkarmaya uygun bir beyin programıyla oluşurlar; ve o beyin programının gereğini meydana getirirler!... Ve bu program da asla değişmez!.

"LÂ TEBDİYLE LİHALKİLLAH":

Bazı müfessirler buradaki "tebdilâ"yı "ona bedel bulunmaz" şeklinde tercüme etmişlerse de; buradaki esas ağırlıklı mânâ "değişmezliktir."

Yani, "ALLAH`ın belli bir programla ve amaçla halkettiği varlığında asla program değişikliği olmaz"!.

"O ne gaye ile var olmuşsa, o gaye üzerine yaşamına sonsuza dek devam eder"dir bunun manası... Ve zaten:

"ZÂLİKE DİN`ÜL KAYYUM":

Ve "dinde bu esas üzerine kaimdir", hükmü de bunu hemen tamamlıyor ve ondan sonra diyor ki:

"VE LÂKİN EKSEREN NÂSİ LA YA`LEMUN""Velâkin insanların ekseriyeti bu gerçeği bilmezler"!. Ya nasıl bilirier; işte bugün herkes nasıl biliyorsa öyle bilirler...işin bu gerçeğini bilmezler!.

Şimdi biz, belli bir program üzere kendi kaderi ile, "fıtratı" ile varolmuş olan insanın; sadece kendi çizgisini, kaderini yaşayacağı hususunu vurgulayan; kadere iman esasını anlamamıza yardımcı olacak bazı açıklamalar yapmaya çalışalım...

sohbet forum arkadaş cagir

forum arkadaş sohbet linki

xxxGOKERxxx

xxxGOKERxxx resimleri ve sohbet sayfasi forum oyun tavla okey

sohbet icin online durumu
Mesaj Gönder
Forum Mesajları
Forum Başlıkları
 

 oyun sohbet linki, arkadaş tavla okey sayfasi  19.Ara.2009 Cmt 03:01:31sohbet oyun linki
Bu Mesajdan Alıntı Yaparak Mesaj EkleMesaj Ekle
                      KADERE İMAN

"SİZE YERYÜZÜNDE VEYA NEFİSLERİNİZDE İSABET EDEN BİR OLAY, BİZİM ONU YARATMAMIZDAN ÖNCE, MUTLAKA BİR KİTAPTA YAZILMIŞTIR!...

BUNU, ÖNCEDEN TAKDİR EDİLMİŞ VE YAZILMIŞ OLDUĞUNU BİLİP; ELİNİZDEN ÇIKAN ŞEYLERDEN DOLAYI ÜZÜLMEMENİZ VE ELİNİZE GEÇEN İLE DE SEVİNİP ŞIMARMAMANIZ İÇİN AÇIKLIYORUZ....." (Hadid suresi, 22-23) KUR`ÂN-I KERİM

Kader konusu, insanlığı asırlar ve asırlar boyu meşgul etmiş bir konudur. Ve genellikle de, bu konuya çok net açıklamalar getiren Rasûlullah Aleyhisselâm’ın açıklamaları yeterince değerlendirilememiş; yaşam içinde bu uyarılar ve ilgili âyetlerin mânâları yerli yerine oturtulamamış; bu yüzden de "kader" konusundan insanlar son derece ürkmüşler, korkmuşlar ve hatta bu konuyu konuşmaktan kaçınmışlardır.

Ne var ki; "kader"e hakkıyla iman etmek için, önce "kader"in ne olduğunu bilmek lazım!...

Zira, Âmentü`nün esaslarından biri olan "kadere iman", gerçekte, ancak "kader"in ne olduğunu bildikten sonra mümkündür.. Aksi takdirde sadece "kader" ismine iman edilmiş olur!.

Bilmediğiniz bir şeye "iman" etmek, ancak, o bilmediğiniz şeyin "ismine iman etmek" demek olur!. Oysa önemli ve gerekli olan, o şeyin "ismine" değil "mânâsına iman" etmektir!.

"Kader" konusunu anlayabilmenin tek bir yolu vardır... O da "ALLAH"ın vahdaniyetini, tekliğini, ahadiyetini ve vâhidiyetini kavrayabilmekten geçer!.

Şayet bir kişi, ALLAH`ın "vâhidiyet ve ahadiyet"ini kavrayamamış ise; o kişinin "kader" konusunu idrak edebilmesine asla ve asla imkan yoktur!.

Zira, "Kader" konusunu idrak edebilmenin yolu, önce de vurguladığım gibi, ALLAH`ın Vâhidiyetini ve Ahadiyetini idrak edebilmekten geçer!.

Bunu da herkese anlatabilmek mümkün olmadığı için, "kader" konusunun derinliğine genellikle girilmemiş...

"ALLAH"ın "Vâhidiyet" ve "Ahadiyet"ini bugüne kadar çeşitli kitaplarımızda ve sohbetlerimizde genişliğine, derinliğine anlattığımız için; sanıyorum bu kitabımızda da artık "kader" konusunun detaylarına girmek gereği hasıl oluyor.

"Kader" konusunu çözmede çeşitli yanılgılara düşülmesinin en başta gelen sebebi, her seviyeden insana hitabetmesi dolayısıyla Kur’ân-ı Kerim ‘deki "iki yönlü anlatım" tarzıdır.

Kur’ân-ı Kerim, "ALLAH" isminin mânâsını tarif sadedinde iki usûl, iki yol tatbik eder;

Birincisi, "ALLAH" isminin işaret ettiği anlamın, insanın anlayışına göre târifidir.

İkinci tarz "ALLAH"ın anlatımı ise "ALLAH`ın bizatihi kendisini" târif edişidir.

Bu iki yoldan "ALLAH" târifinin Kur’ân ‘da herkesin anlayacağı bir ifadeyle yer almaması, "olayın bütünlüğünü idrak edemeyen" insanlarda çelişkileri meydana getirmiş; ve bu çelişkilerin sonunda da olayı çözemeyenlere göre büyük bir kaos oluşmuştur!.

İşte bu kaosun sonucunda da "kaderi" değişik mânâlarda anlayan çeşitli "anlayış"lar yani "mezhep"ler meydana gelmiştir.

Kur’ân, bir yönüyle, "insanın anlayışına göre", "ALLAH" ismiyle işaret edileni târif eder demiştik...

İnsanın anlayışına göre "ALLAH"ı târif, tanımlamasına uygun düşen en açık-seçik âyet, "ÂYETEL KÜRSİ" ismiyle bilinen, Bakara Sûresinin 255. âyetidir...

Bunun yanında;

"EVVEL, ÂHİR, ZÂHİR, BÂTIN HEP O`DUR"

"ŞAH DAMARINIZDAN DAHA YAKINIZ"

"NEFSİNİZDE MEVCUT... "

"BAŞINI NE YANA ÇEVİRİRSEN ALLAH`IN VECHİNİ GÖRÜRSÜN"

gibi daha bir çok âyetler, hep "ALLAH"ı, insanın anlayışına göre târif eden âyetlerdir.

Bunu biraz daha açalım.

Meselâ "Âyetel Kürsi"de, Bakara Sûresindeki bu âyeti kerimede buyurur ki:

"...LÂ TE`HUZUHU SİNETÜN VELÂ NEVM..."

"...O, NE UYUKLAR, NE DE UYUR...!."

Bilindiği gibi "uyuma, uyuklama" halleri insana, hayvana ait özelliktir!... Burada, insanda veya hayvanda oluşan bir hale nispetle, bu hâle GÖRE "ALLAH"ı tanımlıyor; ve denilmek isteniyor ki, "O" insandaki bu hâlden münezzehtir!..

Yani, gerçekte, burada "O"nun ne olmadığı, neye benzemediği anlatılıyor!.. Ne olduğu değil!... Ve insana GÖRE!...

İşte Kur`an-ı Kerim’de görülen bu gibi tanımlamlar; yani, beşeri değer yargılarına, beşeri kabullere, beşeri vasıflara GÖRE yapılan tanımlamalar, insanın anlayışına izâfetle yapılan, "yaklaştırıcı" tanımlamalardır!..

Bunlar hiçbir zaman, mutlak mânâda olduğu üzere, "ALLAH"ı anlatmaz!.

Sadece, insanlardaki çeşitli tanrı, ilâh kabullerinin dayandığı özellikleri ortadan kaldırmak, silmek, yok etme amacıyla kullanılan tanımlamalardır bunlar...

Çünki insanlar, onbinlerle sene ötesinden gelen bir biçimde, hep tanrılara; veya daha gelişmiş hâli ile "tek tanrıya" tapınma anlayışı içinde olmuşlardır!.

Oysa bu anlayışın zirvesine ulaşmış ve onu açıklamakla görevlenmiş olan Efendimiz Rasûlullah sallallahü aleyhi ve sellem; "tanrı ve kavramının yokluğunu"; "sadece ALLAH`ın var olduğunu"; "ALLAH" ismiyle işaret edilen varlığın "tanrılık kavramından münezzeh" olduğunu tebliğ ile görevlenmiş olarak; Kur’ân-ı Kerim`de, öncelikle "ALLAH" isminin mânâsının ne olduğunu çok açık seçik bir biçimde vurgulamıştır.

Şayet biz, gerçek mânâda "ALLAH" isminin mânâsını anlamak istiyorsak, Kur`an-ı Kerim`deki, beşere göre "ALLAH"ı târif eden  âyetlerin sırrını anlamalıyız.

Sonra da buradan ilerleyerek, "ALLAH"ın bizâtihi "ALLAH"ı anlatması tarzındaki âyetlerin sırrına ermeye çalışmak mecburiyetindeyiz!.

Eğer, gerçekten "ALLAH"ı istiyorsanız, beşeri değer yargılarından beşeri kavramlardan arınıp, saflaşıp; "ALLAH"ın bizatihi kendisini anlatışına; kendine göre kendini anlatışına kulak vermek; bütün algılama araçlarımızla, bütün duyularımızla bu hitâba yönelmek mecburiyetindeyiz!.

Eğer bunu gerçekleştirememişsek, asla ve asla "kader" olayını ve "kader sırrını" da anlamamız mümkün olmayacaktır.

Bu takdirde de "tanrı ve tanrılık kavramına" dayalı bir biçimde; "tanrı ve tapınanı" ikileminin getirdiği bir düşünce yapısıyla; bir "tanrının iradesi"nden, bir de "tanrıya tapınanların" iradesinden söz etmek anlamına gelen şekilde, "iradeyi kül" - "iradeyi cüz" ikileminden kendimizi kurtaramayız!.

Eğer gerçek anlamda "kader sırrına" vakıf olmak istiyorsak, önce kelimede değil, lafızda değil, "özde birliği" kavramak zorundayız!.

"Özde biriz" derken, "sen ben o var, ama hepimizin özü birdir" değildir bunun manası!.

"Gerçek varlık olarak sadece "ALLAH" mevcuttur; ve "O"nun dışında, "o"nun gayrısı olarak, hiçbir varlık vücud sahibi değildir" şeklindedir bunu mânâsı..

Evet buraya kadar, beşeri değerlere ve beşeri anlayışa GÖRE, "ALLAH"ın târiflerinden sözettik... Ve bu, insanların, tanrı kavramından kurtulması, "ALLAH"ın ne olduğunun biraz daha iyi bir ölçüde tanınabilmesi için gerekli olan târiflerdir bunlar; dedik...

Meselâ,

"ÖNCE VE SONRA, VE APAÇIK ORTADA OLAN VE ALGILANANLARIN ARDINDAKİ HEP O`DUR!."

âyetini ele alalaım.

Mutlak mânâda, ayrı ayrı bir "zâhir", bir "bâtın" vardır da, bunların hepsi de "O"dur; değildir burada anlatılmak istenen!...

Burada, "insana, insanın algılama araçlarına yani beş duyusuna göre, yani insana izâfetle "ZÂHİR" vardır, "BÂTIN" vardır"; gerçeği anlatılmak istenmektedir.

Yani, insanın algılayabildiği, tespit edebildiği zâhirdir; tespit edemediği bâtındır!. "O" ise zâhir ve bâtın diye bilinen tek`tir; anlamına işaret edilmektedir.

Ayrıca burada, "O" kelimesi ile işaret edilen varlık, senin hem tespit edebildiğin, hem de edemediğin herşeyin orijinidir"; vurgulaması yapılmaktadır.

Görüldüğü üzere burada yapılmakta olan târif, insanın algılama sistemine göre yapılan târiftir!.insanın algılama organlarının var ya da yok kabul ettiği şeylere GÖRE yapılan bir tariftir!. Mutlak mânâda, "ALLAH"ı târif değildir!.

Veya bunun gibi bir başka kabulleniş vardır!.

Meselâ "ALLAH"ın "Kıdem" ve "Bekâ" sıfatlarından söz edilir... "Önceliksiz" oluşu; ya da "sonsuz" oluşu gibi!.

Halbuki, "ALLAH" "öncelik" veya "sonralık", "devamlılık" veya "devamsızlık" gibi kavramlardan beridir, münezzehtir!. Çünkü, "O", "ALLAH"tır!..

Buyurulmaktadır ki;

"KÂ`NALLAHU VELEM YEKÛN MEAHU ŞEY`A !"

"ALLAH VARDIR, VE ONUNLA BERABER HİÇ BİRŞEY MEVCUT DEĞİLDİR!."

Eğer bu uyarının mânâsını idrak edersek, farkederiz ki, böylesine "TEK" olan bir varlığın, önceliğinden veya sonralığından, söz edilemez!.

Çünkü "öncelik" ve "sonralık" kavramı, var kabul edilenlere göre oluşmuş bir kavramdır... Halbuki "ALLAH sonsuz ve sınırsız tek"tir, diyoruz ya!...

Şimdi dikkat ediniz, "sonsuz-sınırsız" târifi dahi gene bir beşeri kavrama nispetledir.

"ALLAH", gerçekte, "sonluluk" kavramından münezzeh olduğu gibi, "sonsuzluk ve sınırsızlık" kavramından dahi münezzehtir!... Böyle bir kavramdan dahi beridir.

Ama beşeri değerlerle programlanmış, bezenmiş bizler; tanrı kabulünden arınabilmek için, bu izâfi değerlere bağlı sonsuzluk sınırsızlık ifade eden kavramlara sığınmak, onlara sarılmak; böylece "ALLAH" isminin mânâsını anlamağa yaklaşmak zorundayız!. Yani, bir zorunluluğun getirdiği tanımlamalardır bunlar!

Oysa "ALLAH", bizâtihi kendisini, çok net bir biçimde târif ediyor...

Ne diyor?

"O ALLAH AHAD`DIR"!..

Bu ALLAH`ın kendi kendisini, kendisine göre târifidir!.

Yani, "ALLAH", "Ahad" olması nedeniyle kendisinin dışında bir varlık kabul etmez... Kendisinin dışında bir varlıktan söz etmek mümkün değildir!.

İşte bu hususa işaret bâbında "muhalefet lil`havadis", yani, "sonradan meydana gelmişlerin hiç birine, hiçbir şekilde benzememe", tanımlaması getirilmiştir.

&

"Sonradan meydana gelmişlerin hiçbirine benzememe" tanımlamasının mânâsı nedir, burayı anlamamız lazım... Bu husus oldukça derinliği olan bir husustur.

Mutlak olan prensip, "ALLAH"ın "Ahad"iyetidir.

"ALLAH" isminin mânâsını, "ALLAH" ismiyle işaret edilen varlığın ana yapısını anlama sadedinde, ilk çıkış noktası "ALLAH`ın Ahad"oluşudur.

"ALLAH`ın Ahadiyeti"ni târif sadedinde Hz. Rasûlullah Aleyhisselâm’ın şu açıklamasına dikkati çekmiştik:

"ALLAH vardır ve O`nunla beraber hiçbir şey yoktur!."

"Ahad" olarak var olan varlığın; dışında, gayrısında veya içinde gibi kavramlar olmaksızın, "O"nunla beraber var olan hiçbir şey yoktur!.

Peki o zaman şu sualin cevabını anlayalım... Ki ondan sonra, bu "sonradan meydana gelmişlerin hiçbirisine hiçbir şekilde benzemez", ifadesini çözebilelim.

Açıklamaya göre; "ALLAH`la beraber hiçbir şey mevcut olmadığına" göre; her isimle anılan müsemma; yani her ismin işaret ettiği mânâ ALLAH`ın ilminde varolmuş ilmi sûrettir!.

"İlmi surettir", demek, "ilimdeki mânâ suretidir", demektir!. Bizim beş duyu ile algıladığımız şekli olan suret anlamında değil!.

İlmi suret, "ilimde varolmuş anlam", ya da "bilinçteki ilim mânâları" şeklinde de anlaşılabilir...

Demek ki bütün bu ana kadar duyduğumuz, bildiğimiz, düşündüğümüz, hayâl ettiğimiz her şey ve her kavram gerçekte, sadece ve sadece ALLAH`ın ilminde mevcuttur.

"ALLAH`ın ilminde" mevcut olan bu mânâlar, ALLAH`ın yaratmasıyla meydana gelmiştir.

Dolayısıyla Kâinat, Evren ismi altında, kapsamında varolan, her ismin işaret ettiği varlık, "ALLAH`ın ilmi, iradesi ve kudretiyle" meydana gelmiştir.işte bu sebepledir ki, "ALLAH Alim"dir; ilim sahibidir. İlminde herşey mevcuttur.

"ALLAH MÜRÎD"dir... "Muradeden"dir!. İrade sahibidir... Ve "ALLAH Kâdir"dir... "Muktedir"dir!. Kudret sahibidir. Ve o kudretiyle dilediğini meydana getirir.

İşte bu ilmiyle takdir edip, irade etmesi, dilemesiyle o takdir ettiği varlıkları seyri; onların mânevi yani kavramsal sûretlerini meydana getirmesi olur!..

Ancak burada anlaşılması gerekli olan önemli nokta şu husustur.

"ALLAH", ilmindeki sonsuz mânâlar dolayısıyle; bu mânâlara işaret eden Esmâül Hüsnâ denilen isimlerinin anlamlarını-kavramalarını dilediği şekilde terkiplendirerek; sonsuz sınırsız sayıda varlıklar meydana getirmiştir.

"O"nun sonsuz sınırsız sayıda meydana getirdiği bu varlıklar; "O"nun, ilmiyle ve ilminde yarattığı varlıklardır!.

Dolayısıyla bu yönü itibarıyla, evren ve içinde varolan her birim; mikro planda veya makro planda, mikrokosmozda veya makrokozmozda mevcut olan her birim, yaratılmıştır!..

Mikro veya makro planda var olan her birim, "O"nun ilmiyle, "O"nun ilminden, "O"nun varlığıyla meydana gelmiş olması sebebiyle de; o varlıklarda, "O" varlığının dışında birşey asla mevcut değildir!.

İşte bu son derece önemli iki noktayı hiçbir zaman dikkatimizden kaçırmayacağız.

Nasıl iki göz bir görürse, işte bu "iki" görüş de "bir"liği meydana getirir. Birisinden gâfil kalırsak farkında olmadan ötekinden de uzak düşeriz.

Biraz evvel açıkladığımız üzere, kendi yarattıklarından, kendi varettiklerinden hiçbirine benzememe özelliği "ALLAH`ın Ahadiyeti"nin tabii bir sonucudur. Çünkü "O"nun dışında bir varlık asla mevcut olmamıştır!.

Hatta bunu ifade sadedinde şu cümle söylenmiştir.

"A`yanı sabite vücûdun kokusunu almamıştır!."

Âyanı sabite, bütün bu varolan varlıkların aslı orijini olan ana manalardır!.

İşte bu sebepledir ki, bütün bu evren ve içinde varolan herşey, "yok"tan varolmuştur!. "Yok"tan da ancak "yok" varolur!.

Yani, bu ifade ile anlatılmak istenen şey, "herşeyin Zât-ı ilâhinin ilminde varolması"dır...

Bu, yokken varolmuş herşey, sadece ve sadece "ALLAH`ın ilmi" ile ve "Kendisinden" vücud bulmuştur.

&

"ALLAH"ın tekliğini, birliğini"... Ama dikkat edin, "birliğini" derken sayısal birlikten söz etmiyorum... Bir tanrı için sayısal birlikten söz edilebilir... Ancak gerçekte, ilim sahipleri indinde "ALLAH" için asla sayısal birlikten söz edilemez.

Burada bazıları haliyle şu suali soracaklardır... Bugüne kadar bu konuları dinlememiş, bu konulara girmemiş olanların bu suali sormaları da son derece doğaldır...

Efendim "ALLAH"ın "Vahid" ismi var; Kur’ân`da bir çok yerde de "İlâhınız" diye bahsediyor "ALLAH"tan... Kur’ân, "ilâh" diye "ALLAH"tan insanlara bahsederken, "ALLAH"ın "Vahid" isminden sözederken; sen nasıl olur da "ALLAH"ın "İlâh-tanrı" olmadığını, "ALLAH"ın "bir" olmadığını söylersin?

Burada şuna dikkat ediniz!.

"ALLAH"ın "AHAD" oluşu mutlaktır!..

"ALLAH"ın "VAHİD" yani "BİR" oluşu ise mûzaftır; yani izâfîdir; yani GÖRESELdir; yani rölativdir!..

Bu son derece önemli; ve kavranılması da o derece güç bir gerçektir ki, tasavvuf da bundan "HAKİKATLARIN HAKİKATI" olarak bahsetmiştir.

Bu konuyu açıklamaya başlarken dedik ki, "ALLAH" isminin manasının insanlara, insani kavramlara göre târifi vardır, bir... Bir de, "ALLAH"ın kendini târifi vardır, direkt olarak, iki dedik.

İnsanlık, sayısız tanrılara tapma dönemlerinden, tek tanrıya tapma dönemine kadar gelmiş; ve nihayet Efendimiz Aleyhisselâm ile tebliği olunmuştur ki;

"Tanrı yoktur sadece ALLAH vardır".

İşte bu akış, bu seyir içinde, insanlara tek varedici idrak ettirilmek için bu hitap biçimine uygun bir surette, "ilâh"tan sözedilmiştir.

"Sizin ilâhınız"; yani, sizin o varsaydığınız "İlâh" var ya, işte o "İlâh" "ALLAH"tır...

Yani, "ALLAH"ın, "İlâh-tanrı" olmasından değil; "ilâh-tanrı" ismiyle, varsayımıyla, tasavvuruyla insanda varolan düşüncenin gerçeğinin "ALLAH" olduğuna işaret edilmiştir.

Birinci anlayış kademesinde, "İlâh"ın "ALLAH" olduğu belirtilmek istenmiştir...

İkinci anlayış derecesinde idrak edilmesi önemli konu ise, "ALLAH"ın ne olduğunun farkedilerek; "ALLAH"ın "ilâh" olmaktan dahi münezzeh olduğunun farkedilmesi ve idrakıdır...

Bu hususu çok iyi anlayalım...

ALLAH`ın "ilâh" olduğunun anlatılması ayrı şeydir; insanların ilâh diye düşündüğü varlığın gerçeğinin "ALLAH" oluşunun vurgulanması ayrı şeydir!.

Bu iki kavram birbirinden doğu ile batı kadar uzaktır!.

&

Şayet yukarıda açıklamaya çalıştığımız gerçeği anlayabilirsek, işte o zaman, hakkıyla "ALLAH"a iman edenlerden olma kapısı bize açılır; ve hakkıyla "Âmentü Billahi" deme fırsatı doğar.

Çünkü hakkıyla "ALLAH"a "iman etmek", "benliği, nefs"i ortadan kaldırır, imha eder, yok eder!...

Hakkıyla, ALLAH`a iman edende, "benlik" kalmaz!.

Eğer bu açıkladığım hususu anlayabildiysek farkederiz ki; "ALLAH" ismiyle işaret edilen varlık, "Zâtıyla mevcut yegâne vücuddur", varlıktır!.

Ve "ALLAH" ismi dışındaki bütün isimlerle işaret edilen varlıklar, birimler, yaratılmıştır... "ALLAH" tarafından!... "ALLAH"ın ilminde!...

İşte bu sebepledir ki var olan; daha doğrusu ve gerçeği, "var" kabul edilen, "var" sanılan her şey, gerçekte "yok"tur!.

Eğer bu gerçeği anlayabildiysek, şimdi bir adım daha ileri gitmeğe çalışalım.

"ALLAH", "öncelik ve sonralık" gibi zaman kavramı olmaksızın; ilmiyle, ilminde mevcut olan sonsuz mânâları seyretmeyi dilemiş; " MÜRÎD " olması dolayısıyla, kendindeki sonsuz mânâları seyretmeyi "murad etmiş"; bu murad ediş ile birlikte, "ol dediği şey, anında olur", âyetinde işaret edilen bir biçimde bu mânâların seyri başlamıştır.

İşte "ALLAH"ın "ol" hükmüyle, yani "MÜRÎD" ismi ile işaret edilen bir biçimde ilmindeki manaları seyretmeyi murad etmesi; evren ismi altında olan tüm isimlerle işaret edilen varlıkların meydana gelmesini oluşturmuştur!. Bunların "yok"tan varolmasını murad etmesi hükümdür!.

Bütün bunların varolmasını murad etmiş, hüküm vermiştir ki, bu hüküm "ALLAH"ın "Kazası"dır!.

"Kaza", işte bu "hüküm"dür!.

"Kazası", yani varetme "hükmü" sonucunda; o isimlerin mânâlarının nasıl ve ne şekilde açığa çıkmasını murad etmeside "O"nun takdiridir.

Bu takdir gereğidir ki, çeşitli ilâhi isimlerin mânâları, sayısız çeşitli bileşimler-terkipler şeklinde belirli anlam sûretlerini meydana getirmiştir.

"Anlam sûretlerini" diyorum, dikkat edin; henüz bu boyutta varlıkların vücudu yok!.

Yani, hüküm verdi!.

Hüküm, "ol" emri ile oldu; bu oluşun neticesinde çeşitli esmâ mânâları seyredilmeğe başlandı...

Çeşitli ALLAH isimlerinin mânâlarının seyri takdir edildi!..

Bu esmâ mânâlarının seyrinin takdiri ile birlikte, "ayânı sâbite" denilen, varlıkların orijinleri, varlıkların orijin ve aslını meydana getiren, ana mânâ gurupları meydana geldi...

Ancak dikkatinizi çekerim...

Ben bunları anlatırken elbette bir sıralamadan, bir zamandan bahsediyorum... Oysa gerçekte böyle bir zamanlama ya da süreç sözkonusu değil!.

Bunların hepsi, bir "an"da olup biten bir şey!..

"Ol dedi ve oldu"

anlamında târif edildiği bir biçimde!.

Bu yüzdendir ki, benim bu anlatışım içindeki zamanlama tabirleri, sizi asla bir zaman kavramına sokmasın!.. Gerçekte, burada zaman diye bir olay yok!.

İşte bu mânâların, mânâ gruplarının meydana gelişi, "Takdiri ilâhi"dir!.

Esasen;

"ALLAH MAHLÛKATIN KADERLERİNİ GÖKLERİ VE YERİ YARATMAZDAN ELLİ BİN SENE EVVEL YAZMIŞTIR, TAKDİR ETMİŞTİR."

Şeklindeki Rasûlullah açıklamasında bahsedilmekte olan gerçek işte bu boyuttur.

Bu boyutta, henüz bildiğimiz anlamda varlık sûretleri olmadığı gibi, bu varlık suretlerini meydana getiren esmâ terkipleri -isimler bileşimleri- de yok daha!. Bunların asli vücudu yok!...

Bu yüzdendir ki, "Âyânı Sâbite vücûd kokusu almamıştır" denerek, bu takdir safhasına işaret edilir.

Yani, ALLAH`ın ilminde kendi mânâlarını seyretmesi, seyretmeyi hükmetmesi "Kaza"dır...

Bu mânâ seyredilir hale gelmesini düzenlemesi de mutlak mânâda "Kader"dir..

Burada açıklamakta olduğum "kaza ve kader", halkın anladığı, kitapların yazdığı "kaza ve kader" kavramı olmayıp; bâtıni mânâda, gerçek mânâda, öz mânâda "kaza ve kader" kavramıdır.

Şimdi bu kavramların bir de ikinci bölümü var ki; halkın, herkesin anladığı mânâdaki "kaza ve kader" kavramlarıdır onlar.

Zaten bizim bildiğimiz; üzerinde konuştuğumuz; "kader ne kadardır, eni nedir, boyu nedir, ne kadarı bizde var, ne kadarı da onda var; küllü nedir, cüzü ne kadardır" gibi kavramlar, hep bu ikinci bölümde konuşulan kaza ve kader ile ilgili kavramlardır.

Şu ana kadar bahsetmiş olduğum boyuttaki "KAZA" ve "KADER" ile ilgili değildir!..

Eğer şimdiye kadar anlatılanları anlayabildiysek; şimdi bunun bir basamak daha aşağısına inelim.

&

Mahlûkatın kaderlerine geliyor sıra...

Mahlûkatın kaderini yazan kim?...

Mahlûkatın kaderini yazan "Rabbülâlemin"dir...

"Rabbülâlemin"... Âlemlerin Rabbı, yani âlemler kelimesiyle işaret edilen, sonsuz sınırsız varlıkların meydana getirildikleri Rubûbiyet mertebesidir.

Bütün "ALLAH İSİMLERİNİN mânâları", "ALLAH" ilminde mevcuttur, dedik.

"Rahmaniyet" mertebesinden, "ilmi ilâhideki ilâhi esmânın toplu halde bulunduğu mertebedir" diye söz edilirse de; gerçekte burada topluluktan veya ayrılıktan söz edilemez.

"RAHMANİYET", ilâhi esmânın hazinesidir, deriz; ki bu da mecazi bir ifadedir... Gerçekte, böyle bir tanımlamadan da münezzehtir "ALLAH"!.

İşte bu "Rahmaniyet" mertebesinde mevcut olan esmâ-i ilâhi, "O"nun, "melikiyet" mertebesi özelliği ile mülküdür.

Bir yönü itibarı ile "Melîk"tir, bir yönü itibarıyle "Mâlik"tir.

Ancak, "melîk" ismi, "mâlik" isminden daha kapsamlıdır.

"Mâlik" ismi," "bir şeyin sahibi" anlamındadır.

"Melîk" ise o şeyin hem sahibi", hemde "o şeyler üzerinde mutlak hükümdar" olandır.

Yani, "ALLAH"ın "Melîkiyet"i, "kendi esmâlarını dilediği gibi açığa ortaya çıkarması, seyretmesi" anlamındadır.

"DİLEDİĞİNİ YAPAR." ( )

"YAPTIĞINDAN SUAL SORULMAZ!" (21-23)

Bu âyetler "O"nun "Melikiyeti"nin eseridir.

"Melikiyet" mertebesinin tenezzülü ile "rubûbiyet" mertebesi oluşur eder.

"Rubûbiyet" mertebesi çeşitli esmânın, çeşitli terkipler -bileşimler- şeklinde açığa çıkmasını sağlar. Bu esmâ, çeşitli terkipler şeklinde ortaya çıktığı anda "abd" meydana gelir...

"Rabb" yani "ALLAH isimleri"nin bir terkip -bileşim- hâli, bir birimin, bir isim ardındaki varlık halinde ortaya çıkışını sağlar.işte bu ortaya çıkış "rubûbiyet" mertebesinin hükmünün zahir oluşudur.

Kul, rabbına tâbidir!.

"YÜRÜR HİÇBİR MAHLÛK HARİÇ OLMAMAK ÜZERE HEPSİNİ ALNINDA ÇEKİP GÖTÜREN O`DUR!." (11- 56)

Âyeti işte bu gerçeğe işaret eder.

Yani, o varlığı bulunduğu haliyle yaşatan; "ALNINDA" -alnının arkasındaki beyninde- açığa çıkan, esmâ terkibinin oluşturduğu program onun Rabbıdır... Çünkü onun varlığı, kendisinin rabbı olan esmâ terkibinin tabii sonucudur...

Yani, "birim" ismi, kendini meydana getiren isimler bileşiminin adıdır.

Kendisini meydana getiren o esma terkibinin -isimler bileşiminin- dışında, birimin bir varlığı mevcut değildir.

Eğer, o ismin ardındaki, o ismin karşılığı olan esmâ terkibini ortadan kaldırırsanız; ismin arkasındaki varlık da ortadan kalkar!.

Hangi isimle isimlenen, hangi varlık, hangi birim olursa olsun, o ismin ardındaki varlık bir esmâ terkibidir; yani rabbın bir isimler bileşimi şeklinde kendi varlığını âşikâre çıkartmasıdır.

Bu yüzdendir ki...

Birimin, hiç bir şekilde, "ALLAH"ın esmâsı dışında, bir zerre varlığı mevcut değildir!.. Ve bu sebepledir ki, Abd, rabbının mutlak olarak kuludur!...

Abd, rabbine kulluk etmededir!. Her hâlûkârda!.

Abd`ın rabbine kulluk etmemesi asla düşünülemez ve hayâl bile edilemez... Tasavvur bile edilemez...

Çünkü Abd`ın, Rabbinin varlığı dışında hiçbir şeyi yoktur!. Sadece ismiyle, rabbından ayrı düşmüştür abd!..

Bunu târif sadedinde basit bir misâl vermişlerdir ama, bu misalin kelimelerinde kalınırsa gene olaydan çok uzak düşülür.

Suyun çeşitli kalıplarda donarak, değişik sayısız buzdan heykeller meydana getirmesi; ve bu buzdan heykellere değişik isimler verilerek, sayısız değişik varlıklar varmış sanılması hâlini düşünün!...

Birinin adına insan demişsin, diğerinin adına cin, bir diğerinin adına melek, ya da dağ, deniz v.s. demişsin!.

Ne varki, buzdan birimlerin isimlerinin ardındaki varlık olan o buzdan heykelleri erittiğin zaman, buz, aslı olan suya döner!..

&

Şimdi, "abd", "Rabbın Abdı" olduğuna göre;

"Abd" ismiyle, "Kul" ismiyle işaret edilen varlık, belli ilâhi isimlerin mânâlarının, bir bileşim halinde biraraya gelerek bir anlam oluşturması olduğuna göre;

Ayrıca, o abdın, başka bir tanrıdan, başka bir ilâhtan, başka bir varlıktan almış olduğu bir aklı, bir şuuru, bir idrakı ve bir iradesinden acaba söz edilebilir mi?..

&

İşte geldik işin tabiri câiz ise püf noktasına...

Varlığın aslını hakikatını, özünü bilmeyenler; hakikata ermemiş olanlar; yani, herşeyi beş duyu sınırları içinde değerlendirme özelliği ile bezenmiş mübarek varlıklar; elbette kendilerinde belli bir bağımsız akıl, belli bir bağımsız irade, belli bir bağımsız kudret, belli bir bağımsız güç olduğunu düşünecekler; ve bu düşünceleriyle o güzel ve mükemmel hayatlarını yaşayıp, bu dünyadan geçip gidecekler!!!...

Şurası kesin ki, "ALLAH" dilediğini yapmadadır ve yaptığından sual sorulması söz konusu olmaz!.

Sual sorulmaz; çünkü, sual soracak ikinci bir varlık yoktur !.

"VE MA TEŞÂUNE İLLA EN YEŞÂALLAHÜ." (İnsan, 30)

"siz dileyemezsiniz, isteyemezsiniz... İstek sadece "ALLAH"a aittir"..

Evet, dikkat buyurun...

"Siz isteyemezsiniz, ALLAH istemedikçe" çevirisi yanlıştır!.

Bu âyetin gerçek mânâsı...

"Siz isteyemezsiniz, isteyen ALLAH`tır"dır!..

Ve bu mânâyı anlarsak, farkederiz ki, iki tane isteyen varlık yok!.

"Biri istiyor da, onun isteği üzerine ötekinde de istek meydana geliyor" gibi bir kavram kesinlikle sözkonusu değil!.

İşte, "ve ma teşâune illa en yeşâallah" âyetinde de bu husus vurgulanır...

Gerçekte isteyen tek varlık, yani MURÎD ALLAH`tır!. İRADE sadece ALLAH`ındır. Ve, O, murad ettiğini ol hükmüyle meydana gelir.

İşte bu gerçeğe işaret sadedinde denir ki;

"Kaldır kendini aradan, ortaya çıksın yaradan".

Kendini aradan çıkartırsan, kaldırırsan; yani, "ALLAH`tan ayrı bir varlık olarak varım" varsayımından, zannından kurtulursan; varlıkta mutlak MÜRİD yani İRADE EDEN ve RAB olan ALLAH dışında bir şey mevcut olmadığını açık seçik farkedersin.

"SİZİ VE YAPTIKLARINIZI ALLAH YARATTI." (37- 96)

ALLAH "yaratmıştır" kelimesiyle işaret edilen mânâyı biraz evvel izah etmiştik. Yani, varlıkların yaradılışı demek, "İLİM" boyutunda esmâ mânâlarınn takdiri, hükmüdür!.

Varlıkların meydana gelişiyle, bu varlıkların meydana gelişinin tabii sonuçları olarak onların fiilleri meydana gelir...

Daha açık bir ifadeyle anlatmaya çalışalım...

Fiiller, belli bir mânânın dışarıdan algılanan şeklidir!.

Belli bir mânânın varoluşunun doğal sonucu ve algılanış şekli, fiildir!. Yani, her fiil, gerçeğiyle, mânâdır!...

Dikkat ediniz, "mânâ ihtiva eder", demiyorum!... Birimin algılama şekline göre, "mânâ ifade eder"dir, bunun anlamı, ama ben bunu demiyorum!.

Fiil, mânâdır; mânânın tâ kendisidir!.

O "mânâ", algılama aracına bağlı olarak "fiil" şeklinde değerlendirilir!.

İşte burayı çok iyi anlamak lazım... Çünkü, çok ince bir "sır"dır bu; ve konunun önemli "püf" noktalarından bir tanesi de burasıdır!.

Esas varolan manadır!...

Mananın, fiil şeklinde algılanışı, algılama aracı dolayısıyladır!.

Eğer şu açıklamaya çalıştığım cümleyi anlamazsak, kesinlikle

"ALLAH vardır ve O`nunla beraber hiçbir şey yoktur"

cümlesinin mânâsını da anlayamayız!... Lâfını eder, ezberler, kelimeleri tekrarlarız, ama mânâsını kavramamız asla mümkün olmaz!.

Ef`al boyutu denen; algılama araçları ile var görünen; var kabul edilen; var sayılan; tüm fiiller, orijinde mana olarak mevcuttur; ve "fiiller boyutu" denen "kesret âlemi" için, bu sebeple denmiştir ki;

"HERŞEY HAYÂLDEN İBARETTİR; ÂLEMLERİN ASLI HAYÂLDİR."

Çünkü kesret yani çokluk kavramı içine giren her şey, ALLAH isimlerinin anlamlarından başka bir şey değildir!...

Eğer, siz henüz şuur boyutunda yaşayabilme; benliksiz bir biçimde, varlığın Tekliğini seyredebilme özelliğine sahip değilseniz; sizin için çokluk âlemi mevcuttur!. Ve siz kesret âleminin kurallarına göre yaşarsınız!... Ve bu yaşamınızın doğal sonucu olarak, bütün beşeri değerler, kavramlar geçerlidir.

Ayrıca sanmayınız ki; bu bahsedilen âlemleri yaşadığınız zaman, şu içinde bulunulan âlem ortadan kalkar; hayır !...

Her boyut kendi algılayıcısıyla varlığını sürdürür; ve,

"ALLAH, ADEM`İ KENDİ SÛRETİ ÜZERE MEYDANA GETİRDİ, YARATTI"

anlamındaki Rasûlullah uyarısı gereğince de, insan ismi altında, Zât boyutu, sıfat ve esmâ boyutu ve ef`al boyutu mevcuttur.

Bu yüzdendir ki; Zât boyutunun, erdiyseniz hakkını verirsiniz; sıfat ve esmâ boyutunun, erdiyseniz hakkını verirsiniz; ef`al boyutunun da ayrıca hakkını vermek zorundasınız!... Çünkü bu dört boyutta sizin varlığınızda mevcuttur!.

Şu ana kadar anlattığımız hususlarda, Rasûlullah Aleyhisselâm’ın açıklamaları ve Kur`ân-ı Kerim’de işaret edilen gerçeklerden anlayabildiğimiz kadarıyla, "ALLAH"ın kazası ve takdiri ile; "ALLAH"ın varlığı meydana getirişi; ve bu konudaki takdiri üzerinde durduk.

Şayet buraya kadar anlattıklarımızı yeterince açıklıyabildiysek, bundan sonrasını da son derece rahatlıkla anlayıp çözebiliriz.

Ancak, bu bölümü anlamadıysak, "ALLAH" isminin mânâsını şayet kavrayamadıysak; bu mânâ bize açılmadıysa; muhakkak ki herkesin anladığı mânâda "bireysel kader" konusunda bir takım sorularımız olacak; ve, "ben burayı bir türlü anlayamıyorum" diyeceğiz.

Selametle

sohbet forum arkadaş cagir

forum arkadaş sohbet linki

xxxGOKERxxx

xxxGOKERxxx resimleri ve sohbet sayfasi forum oyun tavla okey

sohbet icin online durumu
Mesaj Gönder
Forum Mesajları
Forum Başlıkları
 

 oyun sohbet linki, arkadaş tavla okey sayfasi  19.Ara.2009 Cmt 07:01:02sohbet oyun linki
Bu Mesajdan Alıntı Yaparak Mesaj EkleMesaj Ekle

"HAYRIHİ VE ŞERRİHİ MİN ALLAHİ"
"HAYIR VE ŞER, ALLAH`TANDIR"

 

Ne diyoruz?...

"Hayrın ve şerrin ALLAH`tan olduğuna iman ediyorum".

Bunu hepimiz diyoruz!.

"Âmentü"yü okurken, "hayrın ve şerrin "ALLAH"tan olduğuna iman ediyorum" diyorsunuz....

Peki gerçekten, yürekten inanıyor musunuz böyle olduğuna..?

Oysa, başınıza bir iş geliyor; "falanca böyle yaptı da onun için" diyorsunuz!...

Öbür yandan da, "gerek hayır ve gerek şer olsun ikisinin de "ALLAH" tarafından geldiğine iman ediyorum" diyorsunuz ya "Amentü"de..

Bak dostum, tekrar et...

" Âmentü Billahi..... hayrıhi ve şerrihi min Allahû Teâlâ"

Hayrın ve şerrin ALLAH`tan geldiğine, iman ediyorum" diyorsun!.

Peki bu dediğin gibi mi yaşıyorsun?...

Her olay içinde ve yaşamının her anında böyle mi düşünüp; olanları böyle mi değerlendiriyorsun?

Eğer dediğiniz gibi yaşayamıyorsan, "Âmentü"nün bu şartına iman etmiyorsun demektir.

Teypte "Âmentü"yü defalarca tekrar eder ezberletirsen, papağan da defalarca tekrar eder!..

Senden de bu kelimeler tekrar tekrar çıkabilir... O takdirde, sana da mü`min, yani bunlara iman etmiş, derler; ağzından çıkanlara bakarak...

Ancak, her an, karşılaştığın her fiilde;

-"hayır ve şer" hepsi de ALLAH tarafından bana geldi, "O"nun takdiri üzere bu olay benim için oluştu!..

diyemiyorsan; sen, henüz "Âmentü"deki bu hükmü kabul etmiş değilsin!.

Bak şu âyetin anlamını iyi kavra... Sonra da ister "İMAN ET", istersen de reddet!.. Keyfin bilir...

"...EĞER ONLARA BİR HAYIR GELİRSE;

-BU ALLAH`TANDIR!.. DERLER...

EĞER ONLARA BİR ŞER GELİRSE;

-BU SENDENDİR!.. DERLER...

DE Kİ:

-HEPSİ ALLAH`TANDIR!." (4-78)

Kurân-ı Kerim’in bu hükmünü kabul ve tasdik ediyor musun, etmiyor musun?

Mü`min, "âmentü"ye iman eden; bu esaslara "iman" eden demektir!.. Sen şimdi mü`min misin, değil misin?

"Hayrıhi ve şerrihi min ALLAH" ifadesinin idrakında mısın ve bu prensibi kabul ediyor musun ?...

Bu gerçeği kavradıysan mesele yok!.

Bu gerçeği farketmiş ve idrak etmiş değilsen; benim yönümden yine mesele yok!... Beni ilgilendiren bir konu değil!..

Bak dostum, olay senin sorunun!. Sen tek başına Âhıret denen ölümötesi yaşama geçeceksin, diri diri mezara gireceksin ve o mezarda milyarlarla sene, dünyada elde ettiklerinin sonuçlarını yaşayacaksın; hoş veya nahoş!.

İster Kur`ân hükmüne dayanan "Âmentü"deki bu prensibi kabul eder ve ona göre yaşamına yön verirsin; istersen de iman etmez, kabul etmez, dilediğin gibi yaşar, sonuçlarına katlanırsın!.

Şimdi burada önemli olan bir sual var...

Niçin "Hayrıhi ve şerrihi min ALLAH" deniyor da "min Rabbihi" denmiyor?...

Yani, "hayır ve şerrin", "Rab"binden olduğu değil de "ALLAH"tan olduğu ifade ediliyor.

"Hayır ve şer ALLAH"tandır, "Rab"binden değil!... Çünkü senin nefsinden zuhur eden şeyler senin "Rab"bindendir.

Karşındakinin nefsinden zuhur eden şeyler de onun "Rab"bindendir.

Buna karşın tümüyle her varlıktan denince, bütün varlıkların "Rab"bı, "Rabbülâlemin" olan "ALLAH"tır!..

"ALLAH" kendindeki hangi mânâyı ortaya çıkarıp seyretmeyi dilemişse, o isimler bileşimini ortaya koymuş; ve o terkibin mânâsı, o fiilin "Rab"bı olmuştur!..

Bu yüzdendir ki, bütün fiiller, o fiilin yaratıcısı olan Rabbül Âlemin"den, yani "ALLAH" tarafındandır!. Onun için denmektedir ki "Hayrıhi ve şerrihi min Allahû Teâlâ"... "Min Rabbihi" değil..

"HAYR" ya da "ŞER" diye nitelendirdiğin olaylar, ALLAH`ın türlü isimlerinin mânâsı olarak senin karşına gelmektedir!.

Yani, senin karşılaştığın "hayır ve şer" diye tanımladığın bütün olaylar, "ALLAH" isimleri ile işaret edilen mânâların, fiiller âleminde, ef`al âleminde ortaya çıkmasıdır.

İşte bu sebepledir ki, "karşılaştığın olayı kişiden veya hayvandan veya cinden bilme; ALLAH`tan bil"dir "Âmentü”nün  bu prensibinin mânâsı.

Sen ne zaman ki ALLAH`tan bilmez de, birimden; yani belli bir isimden, falanca ya da filancadan bilirsen; o fiili meydana getiren gerçek fail olarak ALLAH`ı bilmezsen "ALLAH"tan gâfil oldun demektir!.

Veya bir diğer ifade ile, ALLAH`ın senin yetişmen amacıyla o fiili, o olayı meydana getirdiğini ve senin karşına çıkardığını farketmezsen "ALLAH"tan perdelenmiş olursun.

Oysa amaç, her şeyin sahibi olan ve heran her şeyde murad ettiğini yapan "ALLAH`a iman" ile bu dünyadan geçip gitmek en azından...

Yani, ALLAH`ı müşahede etmek!. Yani, "ALLAH"a şehâdet etmek!... "Eşhedü...." diyebilmek!..

Öyleyse başına gelen hayrı ve şerri birimden değil, -"birim" tabirini en geniş anlamı ile kullanıyorum, ve bu yüzden bir isim kullanmıyorum- ALLAH`tan bilmek zorundasın.

Bu nedenledir ki, eğer mü`min olarak bu dünyadan geçip gitmek istiyorsan...

"Hayrıhi ve şerrihi min ALLAH" cümlesini her an hâfızanda tutup; bütün olaylara ve birimlere "MİN ALLAHÛ TEÂLÂ" yani "ALLAH`TAN" anlayışı ile bakmak mecburiyetindesin, !..

Bunun aksine bir düşünüş, seni, farkında olmadan "Âmentü" prensiplerine iman çizgisinden çıkartıverir!.

CC sohbet icin buraya
 <<1 2>>
Mesaj Ekle, arkadaş oyun sohbet icin cagir